28 Ekim 2012 Pazar

Peri Bacaları - Kapadokya



Peri Bacaları, Kapadokya bölgesindeki doğal yapılara verilen genel bir isimdir. Peri Bacaları hıristiyanlığın ilk devirlerinden kalan kiliseler olup, Ürgüp’teki Peri Bacaları ve Göreme’deki Kaya Kiliseleri Dünyaca bilinen turistik yerlerin başlarında gelir.
Kapadokya Bölgesine ‘Uzaylılar Ülkesi’ ‘Masal Diyarı’ gibi isimlerde yakıştırılmıştır. Nevşehir’e 7 km mesafede bulunan Kapadokya; Nevşehir, Niğde ve Aksaray arasında kalan bölgede bulunmaktadır. Kapadokya Bölgesi’nde erozyonun oluşturduğu peri bacası tipleri;  konili, mantar biçimli, şapkalı, sütunlu ve sivri kayalardır.
Peri Bacaları, 60 milyon yıl önce 3.jeolojik dönemde Torosların yükselmesiyle, kuzeydeki Anadolu Platosu sıkıştı ve bunun sonucunda yanardağlar faaliyete geçti. Erciyes, Hasandağı ve Göllüdağı yaklaşık 10 milyon yıl önceki jeolojik devirlerde aktif birer volkandı ve bu volkanlar bölgeye lavlar püskürttü. Püskürtülen lavlar bölgenin platolarını, akarsu ve göllerini yaklaşık 100 metre kalınlığında bir lav tabakasıyla örttü. Bu lavlar farklı sertlikte bir tüf tabakası oluştu. Ana volkandan püsküren maddelerle şekillenen plato,diğer küçük volkanlarında püskürmesiyle değişime uğramaktaydı. Sel sularının dik yamaçlardan hızla akması rüzgarında yardımıyla, oluşan tüf tabakasının çatlamasına neden oldu. Alt kısımda bulunan ve kolay aşınan malzemeyi şekillendirdi ve bugünkü halini almasını sağladı.
Günümüzde turizm açısından büyük bir öneme sahip olan peri bacaları, yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekmektedir. Kapadokya geleneksel evleri vegüvercinlikleri yörenin özgürlüğünün birer sembolüdürler. Evler, bölgenin tek mimari malzemesi olan taştan yapılmaktadır. Bölgede çıkarılan kalıntılar ise, tarihi eser olarak koruma altına alınmaktadır.

Sümela Manastırı



Sümela Manastırı; Maçka ilçesi Altındere sınırlarında olup, Trabzon’a 48 km uzaklıktadır. Sümela Manastırı çam ağaçları ile kaplıbir vadide bulunmaktadır ve 200m. yüksekliktedir. Sümela M.S.5.yüzyılda yapılmaya başlanmış ve 12-13. yüzyılda bugünkü halini almıştır.
Kilisenin kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasında geçen bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Sümela Manastırı kayalar üzerine oturtulmuş bir yapı olup, Kaya Kilisesi ve yapılar olarak iki bölümden oluşur. Kilise tavanları 17.-18. yüzyılda yapılan fresklerle süslenmiştir. 1924′te boşaltılan Kilise, bir yangın sonucu harap olmuştur ve onarımı devam etmektedir. Kiliseye gelmeden önce sol tarafta bulunan çeşme, Sivri Kemeri ve Takçe İslami yapılardandır. Sümela Manastırı, Trabzon’un en güzel eselerindendir. Bu nedenlede turistlerin uğrak yeri olmuştur.
Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği yanında efsanevi kuruluş ve tarihi hakkında çok sayıda masallar üretilmiştir. 
Bunlardan Biri;
Atinalı Barnabas ile Sophronios rüyalarında İsa’nın öğrencisi Aziz Luka’nın yapmış olduğu üç Panagia ikonundan, Meryem’in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu yer olarak Sümela Manastırı’nın olduğu yeri görürler. Rüya sonrası her ikiside birbirinden habersiz Trabzon’a gelirler. Rüyalarını birbirine anlatınca Manastırın yapımına başlarlar.

Cinci Hanı


Safranbolu eşrafından Cinci Hoca olarak bilinen Karabaşzade Hüseyin Efendi tarafından 1645 yılında yaptırılmıştır.
Yüzyıllar boyunca Çin’den Anadolu topraklarına uzanan Tarihi Ipekyolu üzerinde kurulmuş irili ufaklı yüzlerce kervansaraydan biri de Safranbolu Cinci Han’dır.Tamamen insan gücüne dayalı yapılan Han, Osmanlı mimarisinin en gelişmiş örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, dönemin baş mimarlarından Koca Mimar Kasım Ağa tarafından yapıldığı sanılmaktadır.
Hanın inşaatı ile ilgili mimari proje vb. herhangi bir doküman bulunamamıştır. Devşirme olarak yetiştirilen ustaların, tecrübesi ve el becerileriyle yapılmıştır.
Yapı malzemesi olarak moloz ve kesme taş, birleşimlerinde ise Horasan harcı kullanılmıştır. Tonoz ve kubbelerinde 28x28x3cm. Ölçülerinde tuğla kullanılarak inşa edilmiş iki katlı bir yapıdır.
Zemin katta 26 adet Yatak Odası, Deve Ahırı, Umumi Tuvalet, Şadırvan ve Avlu, Yatak odaları ile avlu arasında revak bölümü bulunmaktadır.
Birinci katta, 37 adet yatak odası, umumi tuvaletler, Yemek Salonu, odaların önünde yine revak bulunmakta, ikinci katta ise Han ağası odası ve üzerinde de Gözetleme Kulesi bulunmaktadır.
Ayrıca zemin katın altında iki adet mahzen vardır. Güney batı cephesindeki Deve ahırının altından, çarşı merkezinin ve hamamın atık sularının geçtiği (3mt.) genişliğinde dere bulunmaktadır.
Bu dere taş kemer ile tahkim edilerek, hanın bu bölümü dere üzerine inşa edilmiştir. Hanın bulunduğu doğal arazinin eğimi %45 civarındadır. Ayrıca güney cephe duvarı bitişiğinden Akçasu deresi geçmektedir.
Hanın inşası, anlaşıldığı üzere çok olumsuz şartlara sahip bir arazide, yaklaşık 400 yıl öncenin teknolojisi ile herhangi bir proje, statik hesap vb. altyapı çalışması olmadan yapılmıştır.
Han, hamam ve arasındaki 50(elli) dükkân, Saray ve müştemilatı, çok kısa sürede inşa edilmiştir.
Cinci Hoca, 1642 yılında Kösem Sultan tarafından, Padişah 1. İbrahim’i tedavi etmesi için saraya davet edilmiş ve bu tarihten sonra şöhret ve servet sahibi olmuştur. Vakfiye senedi de 2 Nisan 1645 tarihinde düzenlenmiş yani yaklaşık 2,5 senede anılan eserlerin tamamı yapılmıştır.
Tarihi Ipekyolu’nun etkinliğini yitirmeye basladığı 20. yüzyıla kadar kervansaray olarak kullanılan Cinci Han, 20. yüzyılın başlarından itibaren Safranbolu esnafı tarafından depo olarak kullanılmış,20. yüzyılın sonlarına doğru bu fonksiyonunu da yitirmiştir.
1984-1987 yılları arasında devlet tarafından istimlakı tamamlanan tarihi kervansaray,1990-2000 yılları arasında, birkaç başarısız restorasyon girişiminin ardından DKB A.S. tarafından restorasyonu tamamlanarak 23 Nisan 2004 tarihinde Cinci Han Otel adıyla turizm faaliyetlerine başlamıştır.
Cinci Han Otel, Tarihi Çarşı’nın tam ortasında, Safranbolu’nun gezilip görülebilecek yerlerinin tamamına yakınına yürüme mesafesinde olan bir konumdadır. Cinci Han Otel’de konforunuz düşünülerek aslına uygun olarak restore edilmis 22 Standart,2 Suit ve 1 Han Ağası Odası bulunmaktadır. Odalar Safranbolu Konakları ve Tarihi Çarşı manzaralıdır.
Standart olarak bütün odalarda merkezi ısıtma,uydu TV, ,uluslararası direkt telefon,internet bağlantısı,banyo&WC ve saç kurutma makinesi mevcuttur.Cinci Han Otel,tarihi otantizm ile modern şehir insanının bir butik otelden beklentilerini örtüştüren odalarının yanı sıra restaurantları,cafe&bar’ı,topl antı-konferans salonları,ücretsiz otoparkı,24 saat oda servisi, çamaşırhane ve kuru temizleme servisleri ile seçkin misafirlerinin hizmetindedir.
CİNCİ HOCA Kimdir?
Altından geçen su yolu üzerine galeri şeklinde yapılmış kemerler üzerine oturmakta olan Cinci Han,Cinci Hamamı ve han ile hamam arasındaki 50 dükkan 17. yüzyılda Anadolu Kazaskerliğine kadar yükselen Safranbolulu Cinci Hoca tarafından yaptırılmıştır.
Cinci Hoca,”Cinci Hüseyin Efendi”,”Karabaşzade Hüseyin Efendi” veya “Kazasker Hüseyin Efendi” adlarıyla da bilinir.”Sultan I. İbrahim zamanında güçlenen ve zenginlesen Cinci Hoca’nın bu iki yapıyı 1645 tarihinde yaptırdığı annesi Hamide Hatun adına kurdurduğu vakfın düzenlediği bir vakfiyeden anlaşılmaktadır.
Sultan İbrahim’in saltanatında (1640-1648) saray üfürükçülüğü yapmış,bu kısa dönemde İstanbul’da etkili olmuş bir hocadır.
Safranbolulu Karabaş İbrahim Efendi zade Şeyh Mehmed Efendi’nin oğlu olan Cinci Hoca, gençliğinde İstanbul’a giderek Hüseyinefendizade Şeyh Mehmed Efendi’nin “darü’l-üftadesi”ne girdi.Epeyce bir zaman medrese derslerini izledi. Osmanli Sarayı’nda “kıraat-i azime”de bulundu ve Sultan İbrahim’i rahatlattı.
Padişah, bir fermanla da kendisini mülazimlik ve kırklı müderrisliği üstüne altmışlı sahn müderrisliği verdi. 1641-1643 arasında hızla yükselerek Süleymaniye müderrisliğinden Galata Kadılığı’na geçti.1644′te muallim-i sultani (padişah hocası) oldu. Kazasker Kara çelebi zade Mahmut Efendi’nin kızıyla evlendi.
1644′te Anadolu Kazaskerliğini elde etti. Galata Kazası kendisine arpalık olarak tahsis edilen,kısa aralıklarla dört kez Anadolu Kazaskerliğini yapan Cinci Hoca, giderek etkinlik kazandı. Sultan I. İbrahim döneminde saray entrikalarında, Osmanlı’nın iç ve dış siyasetinde sözü geçen birkaç kişiden biriydi.
Cinci Hoca, 1647′de gözden düşüp İzmit’e sürüldü. Bağışlanarak İstanbul’a dönmesine izin verilse de Sultan I. İbrahim 1648′de tahtan indirilince Paşa Kapısı’nda tutuklandı. Tüm çiftliklerinin, mülklerinin tapuları iptal edildi. Aynı yıl idam edilerek hayatına son verildi.
Osmanlı Tarihi’nin en çalkantılı dönemlerinin birinde yasamış olan Cinci Hoca’nın hayatı ve yaptıkları hakkında oldukça fazla spekülasyonlar vardır. Gerek yaşadığı dönemde gerçeklesen olaylar, gerek çok kısa sürede Osmanlı Sarayı’nın en önemli kişilerinden biri haline gelmesi, gerekse de kendine özgü kişiliği nedeniyle tarihçilerin, siyaset bilimcilerin, edebiyatçıların ve sinemacılarının özel ilgi alanlarından biri olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Hadrian Tapınağı



İzmir‘in Selçuk ilçesinde bulunan Efes antik kentindeki Hadrian Tapınağı. Celcius kütüphanesinden yukarı doğru mermer yolda ilerlerken sol tarafta kalan küçük ancak gösterişli bir yapıdır.
Roma İmparatoru Hadrianus’u (M.S. 2 yy) onurlandırmak için yapılmıştır. Kapı kirişi üzerinde Efes kentinin kuruluş efsanesini betimleyen kabartmalar ilginç olup, bunların geç antik çağa ait olduğu bildirilmektedir. Antik kentin en güzel yapılarından biridir.
Korinth düzeninde inşa edilmiş Hadrian Tapınağı, bir cella ve bir portikodan oluşmaktadır. Cella üstü taş tonoz ile örtülüdür. Portikonun ön yüzünde ortada iki sütun, yanlarda da dörtköşe birer anta yer almaktadır. Tonozlu bir alınlığı bulunmaktadır. Kemerin kilit taşında Tykhe kabartması bulunmaktadır. Cella kapısının üstündeki kemer şekilli tympanonda, bir akanthus bezemesi içinden yükselmekte olan bir kız figürü tasvir edilmiştir. Arşitrav üzerinde bulunan yazıtta, tapınağın P. Quintilius adlı biri tarafından İmparator Hadrian’a (M.S 117-138) sunulduğu yazılıdır. Tapınak, M.S. 4. yüzyılda kısmen yıkıldığı için restore edilmiş ve bu sırada portikonun iç duvarlarının üstünü süsleyen dört kabartma eklenmiştir. Kabartmaların asılları müzede olup, yerlerine alçı kalıpları konmuştur. Kabartmalar M.S. 4. yüzyıla tarihlendirilir. Bunlar, efsanevi kuruluşuna ilişkin tasvirlerdir. Burada; Ephesos’un kurucusu mitolojik kral Androklos’un yaban domuzunu öldürüşü; Herakles’in Theseus ile savaşı; Amazonlar ve tanrılar toplantısı; Dionysos ve alayı, öyle ki bunların içinde bir fil üstündeki satyr çift flüt çalmaktadır. Cella içinde Hadrian’ın heykeli bulunmaktadır. Tapınağın önünde duran ve dörtköşe sütunlara dayanan dört kaide üzerinde, Roma imparatorları Galeius, Maximianus, Diokletianus ve Constantius Chlorus’un bronz heykelleri bulunmakta idi.

Süleymaniye Camii




Süleymaniye,
onu yaptiran hükümdar kadar muhtesem! Istanbul`un yedi tepesinden
birinin yamacinda, o tepeyi asan bir dag gibi heybetli. Yalniz
çevresine degil, bütün Istanbul`a hükmediyor. Bütün Istanbul`u kucakliyor.

Bugün
Istanbul`da yükseklikleri Süleymaniye`yi asan binalar var. Hanlar,
apartmanlar var. Ama bütün bunlar Süleymaniye`ye nispetle ne kadar
silik. Ne kadar küçük! Çünkü Süleymaniye`nin ihtisami yalniz
boyutlarinda degildir.
İstanbul’un siluetini minareler ve kubbeler süsler. Şehrin en büyük ve görkemli camii Süleymaniye Camiidir. Dış ve iç estetiği, fevkalade muntazam, göz okşayıcı proporsiyonları seyredeni büyüler. Süleymaniye Camii bir mimari şaheserdir. 16. yy., Türk Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan gelişmiş ve ilerlemiş olduğu bir devirdir. 36 Osmanlı Sultanı arasında 47 yıl ile en uzun hüküm süreni Kanuni Sultan Süleyman’dır. Bu büyük şöhretli Sultan, kendi adına yaptırtacağı camii Koca Mimar Sinan’a havale etmişti. Mimarlık dünyasının bir dehası olan Mimar Sinan, camii ve etrafını saran büyük kompleksi 1550-1557 yılları arasında tamamlamıştır. Türk sanatının klasik döneminin kurucusu ve geliştireni Mimar Sinan, sanatının üstünlüğünü burada da ispat etmişti. 
Caminin avlusunun etrafını çevreleyen büyük komplekste okullar, kütüphane, hamam, aşevi, kervansaray, hastane ve dükkânlar bulunur. Süleymaniye’nin dış güzelliğini seyredebilmek için yapıdan uzakta olmak gerekir. Galata Kulesi’nden veya Haliç’in Galata kesiminden, bu imparatorluk eseri bütün haşmeti ile görülebilir. Dört minaresi olan caminin esas mekânını büyük bir kubbe örter. Caminin ana girişi etrafı revaklarla çevrili, ortasında şadırvanı olan iç avludandır. İç mimarideki açıklık, bütünlük, ölçülü bir süsleme buranın haşmetli etkisini güçlendirir. 53 metre yüksekliğinde 26.50 m. çapındaki merkezi kubbeyi fil ayağı denilen dört büyük paye taşır. Mekânın bütün elemanları uyumlu bir armoni içerisindedir. Statik bakımından da yapının dengesi kusursuzdur. Zaman içinde İstanbul şehrini sarsan depremler burada tek bir çatlağa bile sebep olamamıştır. Kubbenin içi geçen yüzyılda yapılmış barok tesirli dekorasyondur.

Ayasofya Müzesi




Bizans tarihçileri (Theophanes, Nikephoros, Gramerci Leon) ilk Ayasofya’nın İmparator I. Constantinus (324-337) zamanında yapıldığını ileri sürmüşlerdir. Birinci Ayasofya’nın inşasına Konstantinos zamanında başlanmışsa da inşaatin 360 yılında tamamlandığı sanılmaktadır. Bazilika planlı, ahşap çatılı bu yapı, bir ayaklanma sonunda yanmıştır. Bu yapıdan hiçbir kalıntı günümüze gelmemiştir.
Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir. Bazilika, Sofia isimli bir azizeye değil, Kutsal Hikmet’e ithaf edilmişti. Önceki bir pagan mabedinin yerinde yapılmış 3 ayrı bazilika aynı isimle anlatılmıştı. İmparator Büyük Konstantin devrinde kilise yapılmadığı halde, bazı kaynaklar, ilk Ayasofya Bazilikasının onun tarafından yaptırıldığını iddia ede gelmiştir. Küçük ölçülerdeki ahşap çatılı ilk yapı 4. yy. ikinci yarısında Büyük Konstantin’in oğlu Konstantinus zamanında yapılmıştı. 404 yılında, bir isyan sırasında yanan ilk yapının yerine, daha büyük ölçülerde inşa edilen 2. kilise 415 yılında törenle açılmıştı. 532 yılında Hipodromda yapılan bir araba yarışı sonucu çıkan kanlı isyan on binlerce şehirlinin ölümüne ve pek çok binanın yakılmasına sebep olmuştu. “Nika” isyanı diye bilinen ve İmparator Justinyen aleyhine gelişen bu isyanda Ayasofya Kilisesi de yakılmıştı.
İsyanı zorlukla bastıran İmparator Justinyen “Adem’den beri hiçbir devirde görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için harekete geçti. Önceki bazilikanın kalıntılarının üzerine 532 yılında yapılmaya başlanan, Hıristiyanlık âleminin bu en büyük kilisesi beş yılda tamamlanarak, 537’de merasimlerle açıldı. İmparator hiçbir masraftan kaçınmayarak devlet hazinesini mimarların önüne saçtı. (Tralles’li Anthemius ile matematikçi, Miletoslu İsidorus) Kubbe inşaatı Roma mimarisi tarafından geliştirilmiştir, Bazilika planı da eski devirlerden beri tatbik edilmekte idi. Yuvarlak yapıların üzerleri çok büyük ölçüde kubbe ile örtülebilmişti. Ancak Justinyen Ayasofya’sındaki gibi dikdörtgen bir mekan ortasında, dev ölçüde bir merkezi kubbe yapımı, mimarlık tarihinde ilk kez deneniyordu. Rahiplerin koruyucu duaları okumaları devam ederken, İmparatorluğun hemen her yerinde mevcut olan erken devir kalıntılarından getirtilen çok sayıda ve değişik mermer parçaları, sütunlar yapıda kullanıldı. Sonraları da bu devşirme malzeme ve bilhassa sütunlar için, neye yarayacağı anlaşılmaz, bir sürü orijin hikayesi uyduruldu. Justinyen devrinde Ayasofya bir zevk ve gösteriş ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Sonraki devirlerde ise bir efsane ve sembol olarak kabul edilmiştir. Bin yıl süre ile aşılamayan ölçüleri yanında finans zorlukları ve teknik yetersizliklerden ötürü efsanevi görülmüş, böyle bir yapının ancak kutsal kuvvetlerin yardımı ile yapılabileceği zannedile gelmişti. Ayasofya bir 6yy. Bizans devri eseri olmakla beraber, ön misali olmayan, sonraki devirlerde de taklit edilmeyen Roma mimari geleneğine bağlı bir “Deneme” dir. Dış ve iç görünüşteki tezat ve iri kubbe Roma’nın mirasıdır. Dış görünüş zarif değildir, proporsiyonlara dikkat edilmemiş, bir kabuk gibi yapılmıştır. Bunun tersine iç görünüm saray gibi görkemlidir, göz alıcıdır; yapı, dev bir “İmparatorluk” eseridir. Açılış merasiminde heyecanına hakim olamayan İmparator atların çektiği arabası ile içeriye dalmış, Tanrıya şükür ederek, Süleyman Peygambere üstün çıktığını haykırmıştı. Bazilika etrafını çevreleyen yüksek binaları ile büyük bir dini merkez olarak gelişmişti. Bizans İmparatorları ile Doğu Hıristiyan kilisesinin yüzyıllar sürecek çekişmeleri için sahne artık hazırdı. Eşsiz ve üstünlüğüne rağmen yapının hayati önemde hataları vardı. En önemli mesele kubbenin iriliği ve yan duvarlara yaptığı basınç idi. Böylesine bir kubbenin ağırlığının temellere aktarılması için lazım olan mimari unsurlar o devirde henüz tam gelişmemişti. Yanlardan dışa doğru eğilen duvarlar orijinal, basık kubbenin 558 yılında yıkılmasına şahit oldular. Yapılan ikinci kubbe daha yüksek ve daha küçük çaplı tutulmuştu. Bu kubbenin de yarıya yakın kısmı 10 ve 14 yy’’arda 2 defa daha çökmüştür.
Ayasofya her devirde hazineler dolusu sarflar yapılarak ayakta tutulabilmiştir. Türk’lerin şehri 1453 yılında fethetmeleri, harap durumdaki Ayasofya’nın derhal camiye çevrilerek kurtarılmasına sebep olmuştur. Türk mimarı Koca Sinan’ın 16.yy.da eklediği payanda duvarları, 19. yy. ortasında Mimar Fossati kardeşlerin ve 1930’dan itibaren yapılan diğer restorasyonlar ve kubbenin demir kuşak ile çevrilmesi önemli tamirlerdi. 2000 li yılların restorasyonları, mevcut madeni portatif iskele ile daha seri yapılabilecektir. Ayasofya 916 yıl baş kilise ve 477 yıl cami olarak, aynı tanrıya inanan 2 değişik dinin hizmetinde olduktan sonra Atatürk’ün emri ile müze yapılmıştır. 1930-1935 yılları arasında ortaya çıkartılıp temizlenen bir kısım mozaikler Bizans’ın önemli sanat eserleri arasında yer alırlar. Bizans ve Osmanlı döneminin izlerini taşıyan muhteşem mimarisi ile ülkemizin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden biridir.

Galata Köprüsü




Galata Köprüsü, Tophane, Azapkapı ve Galata Kuleleri arasında kalan yerleşim yeri İstanbul’un sembolü haline gelmiştir. Galata Köprüsü Haliç’le Boğaz’ın kesiştiği noktada olup, nostaljik köprü Altın Boynuz olarak bilinen Haliç üzerindeki ilk köprüdür.
Galata Köprüsü, gemilerin geçebilmesi için açılır kapanır bir sistemle tasarlanmış, birçok kez onarımdan geçerek yenilenmiştir.
Galat Köprüsü’nün altındaki kafe-barlarda nargile keyfi yaparken, sahili seyredecek veya fıçıların üstünde biranızı içebilceksiniz. 

Tarihçe

Galata Köprüsü’nün antik çağdaki adı Sykai ya da Sykaena olup, kimi kaynaklara göre Sykudis olarak geçer ki, o dönemde Galata surlarla çevrili küçük bir kasaba olarak bilinir.
Galata Köprüsü, Bizans tarihçilerine göre I. Iustinianus döneminde Eyüp- Sütlüce arasında yapıldı. Galata Köprüsü için ilk girişim II. Beyazıt döneminde Leonardo da Vinci tarafından yapılmıştı. Padişahla temasa geçerek bir Haliç Köprüsü tasarımı sunuldu; ancak gerçekleştirilmesi teknik olarak imkansız olduğu düşünüldü. Sonraları Haliç’in iki yakasını birleştirmek için birçok köprü projesi geliştirilse de, bu projeler çeşitli nedenlerle 19. yy. a kadar gerçekleştirilemedi. 1836′da yapılan Hayratiye Köprüsü’nün ardından, İstanbul ticaretindeki gelişmeleri karşılamak amacıyla Galata Köprüsü inşa edildi. Galata Köprüsü, 1845′te Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından yaptırılmış ve sonraki yıllarda Yeni Köprü, Büyük Köprü, Valide Köprü, Yenicami Köprüsü ve Güvercinli Köprü diye adlandırılmıştır.

Galata Köprüsü, 1992′de büyük bir yangın sonrası Balat- Hasköy arasına yerleştirildi ve yerine eskisinin nostaljik görüntüsünden uzak metal bir köprü konuldu.

 Galata Köprüsü Şiiri 

Dikilir köprü üzerine, 
Keyifle seyrederim hepinizi. 
Kiminiz kürek çeker, suya suya ; 
Kiminiz midye çıkarır dubalardan; 
Kiminiz dümen tutar mavnalarda; 
Kiminiz çimacıdır halat başında; 
Kiminiz kuştur, uçar, şairane; 
Kiminiz balıktır , pırıl pırıl; 
Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra; 
Kiminiz bulut, havalarda; 
Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı, 
Şıp diye geçer köprünün altından; 
Kiminiz düdüktür, öter; 
Kiminiz dumandır, tüter; 
Ama hepiniz, hepiniz… 
Hepiniz geçim derdinde. 
Bir ben miyim keyif ehli içinizde? 
Bakmayın, gün olur, ben de 
Bir şiir söylerim belki sizlere dair; 
Elime üç beş kuruş geçer; 
Karnım doyar benim de.

ORHAN VELİ KANIK

Anadolu Hisarı




Anadolu Hisarı,  İstanbul - Anadoluhisar’da, Göksu Deresi‘nin İstanbul Boğazı’na döküldüğü yerde 7 dönümlük bir alana yapıldı.
Anadolu Hisarı, İstanbul Boğazı’nın en dar yerine 1395 yılında Osmanlılar’ın ileri bir karakolu olarak Sultan Yıldırım Beyazid tarafından inşa edildi. Anadolu Hisarı, İstanbul Boğazı’nı ele geçirmek için yapılan bir müdahaleye, Rumeli çevresinde yapılabilecek bir savaşta orduyu karşı kıyıya geçirmek ve Bizans’a Karadeniz’den yardım gelmesini engellemek amacıyla inşa edildi.
Anadolu Hisarı’na II. Mehmed döneminde Hisarpeçe, depo ve bazı ikametgah amaçlı yapılar eklendi. 1928′de, Kandilli Belediyesi tarafından; 1991-1993 yılları arasında ise, Kültür Bakanlığı tarafından onarıldı. 
Anadolu Hisarı surlarının üzerinde mangallar vardır ve hisarı korumak için surun üzerine silindir şeklinde üç kule yapıldı. Anadolu Hisarı bu üç kule, asıl kale ve iç kale duvarlarından oluşur. Asıl kale 4 katlı olup, dikdörtgen bir plan üzerine yapıldı. İç kalenin özelliği kuzey- doğu ve kuzey-batıdan asıl kaleyi çevrelemektedir. İç Kalenin duvarları 2.5 metre kalınlığında olup,üzerinde 4 kulesi vardır. İç kalenin bir başka özelliği de, kapısının batıdan gelen düşman tarafından görülmesinin imkansız olmasıdır. İlk yapıldığı zamanlarda giriş kapısı yoktu ve bir asma köprü ile ulaşılıyordu. Daha sonraları bu düşman tarafından farkedilmeyen kapı yapıldı. İç kale surları dış kalenin kuzey-doğu ve kuzey-batı uçlarını birleştirir. Dış kale çok kemerli bir yapıya sahiptir, sur durumundadır (kalınlığı 2-5 m arasında) ve topların yerleştirildiği menfezler vardır. Ancak dış kalenin bazı kısımları günümüze kadar gelememiştir.
Osmanlı döneminde çok önemli bir yere sahip olan Anadolu Hisarı, yerleşme alanı olmaya Fatih Sultan Mehmed döneminde başladı.Günümüzde ise; romantik bir ortam olmuştur Anadolu Hisarı.  

Hızırbey Camii



Hızırbey Camii, Eğirdir’de bulunan en büyük camiidir.Hızırbey Camii’nin duvarları kargir üstü topraktandır.Hızır Bey tarafından 1327-1328 yıllarında yapılmıştır.
1814 yılında çıkan bir yangınla camii tamamen yanmıştır. 1820 ‘de yeniden yapılmış, tekrar ibadete açılmıştır. Daha sonradan camiinin damı kiremitle örtülmüştür.
Kemer üzerindeki minaresi ile dünyada tek olduğu iddia edilir.
Günümüzde, medresenin odaları dükkan haline getirilmiştir. Hızırbey Camii’nin taş oyması kapısına da kocaman  Bazaar levhası konulmuştur.

Giresun Kalesi




Giresun Kalesi Giresun’un gezilebilecek tarihi mekânlarındandır.Kalede çeşitli etkinlikler de düzenlenmektedir.
Giresun Kalesi kentin kuzeyindeki yarım adanın kente hakim tepesi üzerinde yer almaktadır. Kalenin günümüze kadar gelebilen kalıntıları merkez kule ve ona bağlı güneydeki sur duvarlarıdır. Sur duvarlarının tabanındaki dikdörtgen büyük blok taşlardan yapılmış bölümü, surların ve kalenin Helenistik ve Roma Dönemi’ne kadar gittiği izlenimini vermektedir.
Antik kaynaklarda “Bronz Duvarlı Kale” olarak anlatılan Giresun kalesi,muhtemelen Pontus Kralı Pharnakes-1 zamanında yapılmıştır. Trabzon Rum İmparatorluğu’nun 1300′lü yıllarda Türklere karşı en son sınır kalelerinden birisidir. Bu nedenle 1301 yıllarında Trabzon Rum İmparatoru Alexius-II tarafından tamir ettirilmiştir. Kalenin denize hakim oluşu ve ticaret yollarının birleştiği noktada bulunuşu kıyı kontrollü amaçlı askeri bir yapı olduğunu göstermektedir

Ölüdeniz - Fethiye



Ölüdeniz Muğla’nın Fethiye ilçesine bağlı olup, Muğla’ya 128 km Fethiye‘ye ise 12 km’dir. Ölüdeniz doğal güzellikleri nedeniyle 1983′te tabiat parkı ilan edilmiştir. Ölüdeniz adı gibi suyuda sakin, kıpırtısızdır.
Ölüdenize girdiğinizde dibinde bir tek yosun bile göremezsiniz. İsterseniz dipteki kumları sayabilirsiniz. Yemyeşil dağlar arasında sakin bir su olan Ölüdeniz’de yüzerken yamaç paraşütü yapanların gökyüzünde oluşturdukları o muhteşem görüntüyü seyredebilirsiniz.
Ölüdeniz durgun gibi gözükmesine rağmen, gözle görünmeyen üç nedenle kendini her gün yenilemektedir. Bu nedenlerden birincisi, Ölüdeniz’deki yoğun kaynak su çıkışları, içeriden açıkdenize doğru akıntı yaratmaktadır. İkincisi, kaynak sularının tuz farkından ötürü açıkdenizden içeriye ve dışarıya sirkülasyon oluşmasıdır. Üçüncüsü gel-git etkisi ile 2-3günde bir deniz yarım metre yükselip,alçalır ki,bu deniz suyu giriş çıkışını sağlar.
Ölüdeniz sakin suyu, yamaç paraşütü, yeşillik alanları, restorant, kafeleri ve otelleriyle yerli ve yabancı birçok turistin ilgisini çekmektedir.

Yazılıkaya - Eskişhir



Yazılıkaya Köyü, Akropol’ün eteğinde kurulmuştur. Köyün üstündeki büyük Midas Anıtı, ilk bakışta göze çarpar.Midas Anıtı özellikle Frigya tarihi bakımından oldukça önemlidir.Ancak 19. yüzyıla değin bu anıttan fazla söz edilmemiştir.
İlk olarak,1800′lü yıllarda buradan geçen İngiliz subayı W.M. Leake tarafından keşfedilmiştir.Eskişehir üstünden Seyitgazi’ye, oradan da Hüsrev Paşa’ya ulaştıklarında, Kayaya oyulmuş, üstü yazılı anıtları gördüğünü belirtmektedir.Daha sonra tekrar gelerek anıtların üzerindeki yazıtları inceler ve yazıtlarda “Midas” adını gördüğü için anıta “Midas’ın Mezarı” adını verir.
Arkeolojik kazı ve araştırmalar sonucu bölgede ilk yerleşimlerin M.Ö. 3000 yıllarında İlk Tunç Çağlarında başladığı tesbit edilmiştir. Bu çağlardan itibaren kutsal bir alan olan Yazılıkaya Platformu Hititler zamanında da kutsallığını sürdürmüştür. M.Ö. 200′lerde Hitit Krallığına son veren kavimler arasında bulunan ve M.Ö. 8. yyda Anadolu‘ya yerleşen Frigler için özellikle Eskişehir -Kütahya-Afyonkarahisarı içine alan Dağlık Frigya (Phrygia Epictetus) önemli bir inanç merkezi olmuştur.
Yazılıkaya Açıkhava Kutsal Alan, Friglerin ana tanrıça Kybele’ye tapındıkları en önemli kült merkezidir. Frig çağı öncesinde kutsallığı, Frigler zamamında Kybele kültü ile doruk noktasına ulaşmış Frig sonra Helenistik,  Roma ve Bizans dönemlerinde de etkisini sürdürmüştür. 
M.Ö. 8. yyda güçlü bir devlet kuran ve Kral Midas ile uygarlıklarının ve sanatın zirvesine ulaşan Frigler kendilerine özgü ahşap mimari işçiliğini kayalara taşımış, bölgenin ve dünyanın ünik ve görkemli anıtı (Yazılıkaya) Midas Anıtı’nı yapmışlardır.  Ayrıca bölgede açıkhava tapınakları, anıtlar, kaleler, sarnıçlar, vb. inşa etmişlerdir.
Yazılıkaya ve çevresinde ilk kapsamlı kazılar Fransız Arkeoloji Enstitüsü adına 1936 yılında Albert Gabriel tarafından yapılmıştır. 1936-39 yıllarında C.H Emily Haspels’in bölgede ayrıntılı çalışması bulunmaktadır. 1971 yılında Ankara Medeniyetleri Müzesi daha sonra aralıklarla Eskişehir Arkeoloji Müzesi Kazı ve Temizlik çalışmalarında bulunmuştur. “ 

Laodikeia - Denizli



Laodikeia, Lykos Irmağı’nın (Çürüksu) 2 km. güneyinde kurulmuştur. Bugün buraya Denizli-Burdur karayolundan Pamukkale’ye ayrılan yoldan birkaç yüz metre sonra ulaşılır. Hieropolis’e uzaklığı ise 10 km.’dir.Strabon, Laodikeia’da kuzguni siyah yünleri olan, yumuşaklığı ile ünlü bir tür koyun yetiştirildiğini belirtmiştir.
Laodikeia’lılar bu koyunun yünlerinden gelir sağlamışlar, bu nedenle de o çağa göre Laodikeia’da tekstil ileri derecede gelişmiştir. Laodikeia’lı olarak isimlendirilen bir tür kumaşın olduğu İmparator Diocletianus’un fermanında da yer almıştır.
Hellen dilinde “Laodikeia’nın memleketi” anlamına gelen bir sözcüktür. Aynı zamanda , Laodikeia ismi Helenistik Çağ’da Seleukos’larda, Ponuslar’da kral ailesinden bir çok kraliçeye verilmiştir. Anadolu’da Lykos Irmağı yanındaki Laodikeia’dan başka bu ismi taşıyan kentler de vardır. Örneğin, Konya Kadınhan yakınlarındaki Ladik Köyü eskiden bu ismi taşımaktaydı.

Hierapolis - Denizli




Hierapolis, kutsal kent anlamına gelmektedir ve Pamukkale yakınlarında bulunan antik kenttir. Kutsal kent olarak adlandırılmasının nedeni, burda tapınakların ve dini yapıların bulunmasının yanında, Aziz Philippus’un burada öldürülmesidir.
 Hierapolis M.Ö. 190 yılında kral 2. Eumenes tarafından kurulmuştur. M.Ö. 2. yüzyılda Roma egemenliğine girmiş olan kent, depremlerden sonra yıkılmış ve sonrada tipik bir Roma kentine dönmüştür. Hierapolis, Roma İmparatorluğu’nun en tanınmış termal merkezlerindendi. Hierapolis’te, Apollon Tapınağı, anıtsal çeşme, mezarlık , Aziz Philipos’un Mortyrium’u görülebilir.
Şifalı suları sayesinde zamanın hükümdarları, düşünürleri buraya gelmişlerdir. Hierapolis şifalısuları sayesinde turizm merkezi haline gelmiştir. Yolcuların yıkanarak şehre girmelerini sağlamak amacıyla şehrin dışında kurulan Hierapolis Hamamı ise, restore edilmiş ve müze haline getirilmiştir. 
Tiyatrosu, Grek Tiyatrosu şeklinde olup, 300 ayak tüm cephesiyle oldukça büyük bir yapıttır. Sütunların arası heykellerle süslenmiş olup, sahne ile seyirci arasına 1 metre kadar yükseklik farkı konmuştuki bu seyircileri vahşi hayvanlardan korumak içindi.Tasarımdan anlaşıldığı üzere burada gladyatör dövüşleri yapılmakta idi. Bölgede yapılan kazılardada çok sayıda heykel bulunmuştur.

Kilitbahir Kalesi - Çanakkale




Kilitbahir Kalesi, Osmanlı Kaleleri içinde mimari olarak baş yapıt sayılır. Kilitbahir Kalesi 1452′de Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılmıştır. Kailitbahir deniz kilidi anlamına gelir. Boğazların kontrolü ve İstanbul’un emniyeti için 93 gün gibi kısa bir sürede yapılmıştır. Daha evvel hiçbir yerde uygulanmamış özgün bir planı vardır.
Kilitbahir Kalesi 1541 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından ve 1870 yılındaSultan Abdulaziz tarafından restora edilmiştir. Kale ortasında yonca yaprağı biçiminde bir iç kale vardır. 7 katlı kulesi bulunmakta, kapı ve pencereler beyaz mermerden yapılmıştır. Kalenin etrafı deniz ve hendeklerle korunmaktadır. Kale duvarları düzgün moloz taşlardan yapılmıştır.
Kilitbahir Kalesi 14 Kasım 1980 tarihinde Kültür Bakanlığı tarafından korunması gereken kültürel varlık kapsamına alınmıştır.

Çimenlik Kalesi - Çanakkale



Çimenlik Kalesi, Boğazın en dar yerinde 1452′de Fatih Sultan Mehmettarafından yaptırılmıştır. Kilitbahir Kalesi ile boğazı hakimiyet altında bulundurması nedeniyle stratejik önemi çok büyüktür. 1915′de Çanakkale Savaşı’nda Merkez Savunma grubunun sevk ve idare merkezi olmuştur. Kale bahçesinde 2 adet camii bulunmaktadır.
Çimenlik Kalesi dış surlar ve iç kale olmak üzere iki bölümden oluşur. Kale dış duvarları kalınlığı 5 metredir. İç duvar kalınlığı ise, 7 metredir. Kale kubbeli ve 10 odalıdır. 4 katlı olan kale halka açık bir müzedir.
18 Mart 1915′de İngiliz filosuna bağlı Queen Elizabeth’den atılan bir top mermisi kalın duvar içinde 2 metrelik delik açmış ve patlamadan durmuştur.

Bursa Kapalı Çarşı



Bursa Kapalı Çarşı Osmanlı dönemi çarşılarının 2. büyük çarşısıdır. Bursa Kapalı Çarşısı içinde bölüm bölüm çarşılar vardır. Aynalı Çarşı, Yorgancılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı gibi.
Bursa Kapalı Çarşısı yüzyıllar boyunca yangınlar,depremler geçirdi. Bugün ise, Bursa’nın ticaret ve alış veriş merkezi olarak halen ayaktadır. 1958′de 20. yılında tamamen yanan bu çarşı yeniden inşa edilmiştir.

Bursa Kalesi ve Sur Kapıları



Bursa Kalesinin yapımına Bytnialılar zamanında M.Ö.700 yıllarında başlanmıştır. Bursa Kalesi Romalılar , Bizanslılar ve Osmanlılar zamanında kullanılmıştır. Bursa Kalesi oldukça yüksek bir yapıya sahiptir. 1326 yılındaOrhangazi tarafından üç köşeli burçlarla takviye ve tamir edilmiştir.
Bursa Kalesinin içinde Romalılar dönemine ait sütunlar, lahit parçaları, adak ve mezar stelleri, kitabeler ve heykeller kullanılmıştır. Kale kapı ve surların bazı duvarları 1855 depreminde yıkılmıştır. Bursa surlarının beş kapısı olduğu bilinmekte. Osmanlı döneminde eski Bursa olarak bilinen hisar içini bu surlar çevrelemekteydi. Osmanlı yerleşimi de bu surlar içindeydi. Bugün ise günümüze sadece yuvarlak kemerler, Mazgallar, Pınarbaşı Kapısı ile zindan kapısı gelebilmiştirr.
Bursa Surlarının beş kapısı şunlardır:
  • Hisar Kapısı
  • Kaplıca Kapısı
  • Pınarbaşı Kapısı
  • Zindan Kapısı
  • Yer Kapı’dır.
Bir çok gezgin (Evliya Çelebi, Katip Çelebi gibi) bu kale ve surlardan bahsetmişlerdir.

Uludağ - Bursa



Uludağ, Bursa il sınırları içindedir. Karayolu ile 40 dakika mesafededir. 2543myüksekliğe ulaşır. 1961′de milli park ilan edilmiştir. Türkiye’nin en önemli kayak merkezidir. Birçok lüks tesislere sahiptir. Karayolu ve teleferikle kayak merkezine ulaşım sağlanır.
Uludağ, Olimpos Dağı olarakta bilinir. Buraya daha çok kış spoları için gelir turistler. Bursa için önemli bir gelir kaynağıdır. Uludağda Nilüfer Nehri ile Deliçay arasında geçmişe dayanan 28 manastır kurulmuştur.Uludağ’da Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra Yaylaları bulunur. Bu bölümlerde piknik ve mangal yerleri bulunmaktadır. Özellikle kışın kar altındaki çamlar ve teleferik gezisi eşsiz bir manzaraya sahne olmaktadır.

Abant Gölü - Bolu


Abant Gölü, Bolu ili sınırları içinde yer almakta ve kentin yaklaşık 30 km. güneybatısındadır.  Abant Gölü, deniz seviyesinden 1328 metre yüksektedir ve en derin yeri 17 metreyi bulan gölün uzunluğu 900 metre civarındadır. Abant Gölü çevresindeki akarsularla beslenmekte ve Mart-Nisan aylarında 25-30 cm kadar yüklselmektedir.
Abant Gölü’nün çevresindeki yaklaşık 7. km. lik yolu faytonla, bisitletle ya da göl içinde sandalla; kışın ise kızakla gezebilirsiniz. Yürüyüş sevenler ise; kışın olağanüstü bir kar manzarasında, buz tutmuş gölün etrafında yürüyebilir, yazın nilüferlerle kaplı gölün ve göl çevresindeki ağaçların o esrarengiz büyüsüyle gezebilir, ata binebilirler.Trekking turuyla Abant’a gelen çok sayıda turist ve çok sayıda tur şirketi vardır. İki tarafı ağaçlarla kaplı yürüyüş yolu her mevsim ayrı bir güzelliğe sahiptir. Abant’ta yamaç paraşütü de yapılmaktadır.
Oldukça zengin bir bitki örtüsüne sahip Abant Gölü’nün etrafı; çam, köknar, kayın ağaçlarıyla oluşan ormanlarla kaplıdır. Çok sayıda balık restorantının olduğu Abant’ta, meraklı olanlar balık tutabilirler ki; Abant Gölü yakınında alabalık ve geyik üretmek için kurulmuş iki istasyon bulunmaktadır. Abant Gölü havuz sistemiyle alabalık üretiminde Türkiye’de ilk olmanın özelliğini taşıyor. Havuzlarda üretilen alabalıklar gölde büyümeye; üretilen geyikler ise, iyice geliştikten sonra doğaya bırakılır. Bölgede yaban hayvanlarıda bulunur.
Abant Gölü’nde aradığınız herşeyi bulacak; çocukluğunuza giderek, karda kızakla kayacak, ailenizle mangal yapıp, sucuk ekmek yiyebilecek, şehrin gürültülü yapısından kurtulup, güzel bir tatil geçireceksiniz.

Şeytan Sofrası


Şeytan Sofrası adını kayalıkların üstünde yer alan yuvarlak sofra görünümündeki tepeden almıştır. Şeytan Sofrası, Çamlık Orman Kampı’nın yukarısında yer alıyor.
Şeytan Şofrası’na vardığınızda ziyaretçilerin dilek dileyerek, içine bozuk para attıkları bir ayak izi göreceksiniz. Efsaneye göre; ayak Şeytan’ın ayağının izi. Ancak burada tek bir ayak var, diğer ayağının izinin ise, karşı dağda bulunduğu söyleniyor.
Güneşin doğuşu ve batışının dünyada en güzel görüldüğü yerlerden bir tanesi. Şeytan Sofrası manzarasına hayran kalacak, kendinizi cennette zannedeceksiniz. Doğal güzelliği ile sizi büyüleyecek.

APHRODİSİAS - Aydın



Aphrodisias’ın tarihini M.Ö. 5000 yıllarına dayandıran Stephanos Byzantinos, adını Ninoe olarak aktarmakta. yapımına MÖ 1. yüzyılda başlanmış ve 150 yıl gibi oldukça uzun bir sürede tamamlanmış olan Ninoe’nin Akad dilindeki karşılığıNino, Nin veya Nina’dan geldiği sanılıyor. Doğu’nun Savaş ve Aşk Tanrıçası olanİştar ve Helenlerin Aşk Tanrıçası Aphodite kültürleri arasındaki benzerlikler dikkate alındığında Ninoe’nin Helenistik dönemden başlayarak Aphrodisias adıyla anıldığı söylenebilir.
Hıristiyanlık paganizmin yerini almasına ve kente bir piskoposun atanmasına rağmen Aphrodite kültürü uzun zaman devam etmişti. Roma döneminde kentteki heykeltıraş okulu antik dünyanın dört bir yanına ün salmış ve ürünleri başkent Roma dahil pek çok yere ihraç edilmişti.  Roma ve çevresindeki kazılarda da bulunan ve üzerinde Aphrodisiaslı sanatçıların imzasını taşıyan heykel ve kabartmalar okulun antik dünyada da ne kadar ünlü olduğunun da bir kanıtıdır.
Kentte heykeltıraş okulu, piskoposluk sarayı, Aphrodite Tapınağı, Augustus Tapınağı, birçok hamam ve tiyatro bulunmaktadır.

Damlataş Mağarası



 Damlataş Mağarası, Antalya’nın Alanya ilçesinde bulunup, Alanya’ya 3 km uzaklıktadır. 1948′de bulunan Damlataş Mağarası deniz kıyısında bulunmaktadır.
15 metre yüksekliğinde, 200 metrelik bir alanı kapsayan Damlataş’ın içerisi sarkıtlar ve dikitlerle doludur. Havası astım hastaları için son derece faydalı olduğundan ziyaretçiside çoktur. Doktorlar reçetelere mağara ziyaretlerini eklerken, mağaraya belli saatlerde yalnızca reçeteli hastalar girebilmektedir. Yaz kış 22-23 derecelik sabit bir ısıya sahip olan Damlataş’ın nem oranıda oldukça yüksektir.

Alara Kalesi




Alara Kalesi; Alanya’nın 37 kilometre batısında, Alara Han’ın 200m. kuzeyinde, Alara Çayı yatağı üzerindeki bir dağda kurulmuştur. Alara Kalesi’ne, Alara Çayı kenarındaki tünellerden, dik ve virajlı yollardan geçerek ulaşmak mümkün.  
Alara Kalesi, Alanya’nın  fethinden  hemen  sonra,  1232′de Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmıştır. Alara Kalesi, İpekyolu üzerinde bulunmakta; Alara Çayı kenarında handa mola veren kervanların güvenliğini, Alanya-Antalya  arasındaki  kara  ulaşımının güvenliğini sağlamak amacıyla yapılmıştır.
Alara Kalesi’nin farklı ve muhteşem bir görüntüsü vardır.  Alara Kalesi çinde kayalar oyularak, tüneller yapılmıştır. Kalıntılar ise; saray, cami, haman ve görevlilerin odalarıdır.

Düden Şelalesi


Düden Şelalesi, Antalya’ya 15 km uzaklıkta ve Antalya’nın en güzel şelalelerindendir. Düden Şelalesi suyunun ilk ana kaynağı Kırkgöz’dedir. Düden Şelalesi’nin döküldüğü yer ve yemyeşil piknik alanıyla çok güzel bir görünüme sahiptir.
Düden şelalesinde bir de mağara vardır. Mağara oyuklarından şelalenin arka taraftan nasıl bir gürültüyle aktığını izleyebilme fırsatı bulacak ve çok eğleneceksiniz.
Düden Şelalesi’nde piknik yerleri, restorantlar, kafeler bulabilir ve şelale kapısının önünde develerle fotograf çektirebilirsiniz. Yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olan bu doğa harikası şelaleyi beğenmemek mümkün değil. 
Döküldüğü yerde de kaynak bulunan Düden Şelalesinin denize döküldüğü yer ise, Lara yolu üzerindedir. Burası Antalya’ya 7 km uzaklıktadır. Düden Şelalesi, burada 40-50m yükseklikten Akdeniz sularına ulaşmaktadır. Buradaki Gençlik Parkından şelalenin denize varış sesini dinlerken huzur bulursunuz.

Amasra - Bartın


Amasra, Bartın’a 17 km olup, Zonguldak ve Kastamonu arasında yer almaktadır. Amasra, Karadeniz’in incisi gibidir adeta.Tarihi ve turistlik bir liman olan Amasra’nın doğusunda ve batısında olmak üzere iki koyu vardır. 
Bu koylardan doğusundakine Büyük Liman batısındakine ise, Küçük Liman denilmektedir. Amasra’da yerleşim yerlerinin çoğu şehir merkezindedir ve betonarme- ahşaptır. Nostaljik bir yer olan Amasra, tarihi güzellikleri ve yemyeşil doğasıyla da dikkat çekmektedir.
 Amasra’ya gidipte balık restorantlarına ugramadan, muhteşem salatalarından yemeden dönmek istemez turistler. Sakin sessiz doğayla iç içe manzarayı seyrederken, büyük bir keyif alacaksınız. Amasra; çarşısı, müzesi, kalesi de görülmeye değer yerlerdir.
Tarihçe
Amasra’nin ilk ismi Sesamos olup, kraliçenin kentidir. Amasra, ünlu cografyaci Strabon’a gore; Iskitler’in bir kolu olan Amazonlar tarafından kurulmuştur. Fenikeliler tarafından ticari amaçla koloni olarak kullanılmış ve 300 yıil kadar Fenike egemenliginde kalmistir. Daha sonraları denizciler tarafından ele geçirilmiş, Batı Karadeniz sahilinin önemli bir merkezi haline gelmiştir. Pers hakimiyetine geçtikten sonra, Antalkidos Barışı ile ilk defa otonom yapıya kavuşmuştur. Büyük İskender’in Pers İmparatoru III.Dareios’u yenmesiyle hanedanlıklar arası evlilik yapılmış ve İranlı Kraliçe Amastris Sesamos’un yönetimini ele almıştır. Amastris’in ölümünden sonra şehir Pontus yönetimine girmiştir. Pontus’un Roma’ya yenilmesiyle Amasra, Marmarali korsanlar tarafindan yagma edilmiştir. Ticari fonksiyonunu zaman içinde kaybeden şehir dinsel bir merkez haline gelmiştir. Ancak ticari hayatı yansıtan pek çok sanat eseri günümüze gelmiştir. Bizans yönetimine girdikten sonra Fatih Sultan Mehmet’in fethi (1460) sonucunda Osmanlı yönetimine geçmiştir. Şehirde bulunan iki kilise fetihten sonra camiye dönüştürülür.