7 Aralık 2010 Salı

Haydarpaşa Tren Garı


Haydarpaşa Tren Garı, 1908 yılında İstanbul ve Bağdat arasındaki Demiryolu hattının başlangıç istasyonu olarak inşa edilen tren garıdır. Bu Gar, TCDD'nin ana istasyonudur. İstanbul'un Anadolu Yakasında Kadıköy'de bulunur. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde Bağdat Demiryolu yanında İstanbul-Şam-Medine (Hicaz Demiryolu) seferleri de yapılmaya başlanmıştır.



Devrin Padişahı II. Abdülhamit döneminde 30 Mayıs 1906 tarihinde yapımına başlanmıştır.1908 yılında ise hizmete girmiştir. Binanın bulunduğu sahaya III. Selim'in paşalarından Haydar Paşa'nın adı verilmiştir.


Bu Binanı inşaatı, Anadolu Bağdat adı altında bir Alman şirketi gerçekleştirmiştir. Ayrıca bir Alman'ın teşebbüsüyle garın önünde mendirek inşa edilerek Anadolu'dan gelecek veya Anadolu'ya gidecek vagonların ticari eşyasını yükleme ve boşaltma işlevi için tesisler yapılmıştr. İki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Conu adlı mimarlar tarafından hazırlanan proje yürürlüğe girmiş, garın yapımında Alman ustalarla İtalyan taş ustaları birlikte çalışmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında gar deposunda bulunan cephanelere 1917'de yapılan bir sabotajla çıkan yangın sonucu binanın büyük bir bölümü hasar görmüştür.


Yeniden onarılan bu bina bugünkü şeklini almıştır. 1979'da Haydarpaşa'nın açıklarında Independente adlı tankerin bir gemiyle çarpışması sonu meydana gelen patlamadan ve sıcaktan dolayı binanın O Linneman adlı ustanın yaptığı kurşun vitrayları hasara uğramıştır. Aslına uygun olarak yeniden onarılan bina, 1976'da geniş çapta onarılmış ve 1983'ün sonunda dört dış cepheyle iki kulenin restorasyonu tamamlanmıştır.

Alıntı;
Nerede ise 20 yıl evvel Hatdarpaşa Garı'nın çatısına çıkmış idim. Ne zaman, niye, kiminle hatırlamıyorum. Aşağıda bütün anahtarların asılı olduğu bir anahtar odasını, mermer merdivenleri, bir - iki antika makineyi hatırlıyorum. Ve tabidir ki çatı arasını. Güvercinleri. Kırık camları. Toz - toprak. Gelişi güzel çekilmiş, dikmelere, atkılara çakılmış kablolar.


Bu güne kadar yine de iyi dayandı yani,





Mail ile gelen ve durumu anlatan bu çalışmayıda ekliyorum: Haydarpaşa restorasyonu ! Ya da Haydarpaşa Oteli.
Hürriyet Gazetesinden Cengiz Semercioğlu yazmış idi 3 Aralıkta:
"Haydarpaşa'nın önünden geçerken ben bunları düşünüyordum, taksici dedi ki "Bana verseler hepsini yakardım"...
"Neden" dedim, şu yanıtı verdi:
"Nasıl olsa eninde sonunda yakarlar, yerinede otel yaparlar, hiç değilse bu arada biz belki yolumuzu bulurduk....""
Bu haberler üzerine ister istemez aklıma diğer kamu kuruluşları geldi. Şeker fabrikaları, Çimento fabrikaları, MKE, vs. vs. Allah bilir onların arazilerinde ne güzel binalar ne değerler vardı kimsenin bilmediği, Allah bilir nerelerde heder oldular. Örneğin Salihli deki basma fabrikasının güzelliğini anlatmıştı bir keresinde sevgili Ali Çetin İdil. Yerinde yeller esiyor şimdi.


Ankara Garında hemen peronların yanında, Atatürk'ün trenine bakan köşede bir VIP salonu vardı 20 - 25 yıl önce. Işıklar yanınca tül perdeler arkasından görülürdü. Bir gün rahmetli Aynur Şark ile görevliden rica edip içeriye girmiştik. Art Deco mobilyalar, abajurlar. Art Deco Türk halıları. Perde kumaşları. Uzun yılların getirdiği o kalite kokusu. Sehpaları koltukları elimle okşayıp durmuş idim. Yok oldular.


Özal zamanı Merkez Bankası Genel Müdürlüğüne getirilmiş genç, esmer bir müdür var idi. Saraçoğlu gibi bir isim. Yeni müdür gelince etraftakiler yaranacaklar ya, hemen oda dekorasyonuna giriştiler. Allahtan adam benim kafadan çıktı da o güzelim eski binanın içine ultra modern lake bir oda yapmak yerine depolarda bulduğum, sağa sola atılmış parçaları onarıp, cilalayıp binaya, kuruma yakışır bir oda yapmış idik. Neler vardı neler oraya buraya atılmış. Bu arada söylemeliyim ki Ankara'da ki bu eski Merkez Bankası binasının ilk doğramaları da amcam Kenan Talu'nun işidir.


Bu yaz bir vesile ile İstanbul boğaz'da Hidiv Kasrı'na gitmek nasip oldu. Çelik Gülersoy'un yaptığı zaman ki mobilyalar uçmuş.
Acaba Beykoz Konakları yapılırken orada olan ahşap av köşkünü, meşe lambrilerini, o inanılmaz balkonu Tepe Grubu ne yaptı.


Uzun lafın kısası: Bugünlerde içim sızlıyor; Yetimhane, Paşabahçe dedikçe esas kimsenin bilmedikleri için içim sızlıyor.


2010- http://www.twilightchatroom.blogspot.com/

15 Kasım 2010 Pazartesi

Türkiye'deki Antik Kentler




   Olympos, Hellenistik Devir’ de kurulmuştur. Varlığını M.Ö. II. yüzyılda bastırdığı Lykia birlik sikkelerinden anlıyoruz. M.Ö. 100′ de birliğin önde gelen ve üç oy hakkına sahip altı şehrinden birisi olmuştur. M.Ö. I. yüzyılda Olympos‘ a korsanlar dadanmış, şehir korsanların yerleştiği bir yer haline gelmiştir. M.Ö. 78′ de Roma komutanı Servilius Isaurieus Olympos‘ u korsanlardan temizleyerek şehri Roma topraklarına katmış, Roma dönemi sırasında hemen yakınındaki tabii gazların yandığı Çıralı‘ daki Demirci tanrı Hephaistos kültü ile büyük bir ün sahibi olmuştur.


M.Ö. II. yüzyılda bütün Lykia kentlerindeki onarım ve yardımlarından tanıdığımız Rhodiapolisli Opramoas’ ın Olympos’ a da yardım elini uzattığını ve birçok yapının onarımını ve yeniden yapımını sağladığını görüyoruz.


M. Ö. II. yüzyıl sonlarında Çiçero Olympos ‘u zenginlikler ve sanat eserleriyle dolu bir kent olarak tarifetmektedir. Kent doğu-batı yönünde yaklaşık 600 m. kuzey-güney yönünde 250 m. genişliğinde bir alana yayılmıştır. M. S. 141 ve 526 yıllarında iki kez deprem geçiren kent M. Ö. 1. yüzyılın ortaları ve M. S. 4. yüzyılda olmak üzere iki kez de korsanlar tarafından yönetilmiştir. Olympos aynı zamanda Hıristiyan‘ lığın da erken yayıldığı kentlerden birisidir. Papaz Methodius M. S. 300 yılında kenti ziyaret etmiştir. Kent 7 ve 8. yüzyıllardaki Arap istilalarından sonra 9. yüzyıldan 16. Yüzyıla dek Cenevizli tüccarların üssü haline gelmiştir. Barboros Hayrettin Paşa’ nın Akdeniz’ de Türk egemenliğini sağladığı 16. yüzyıldan sonra kent tamamen terkedilerek harabe haline gelmiştir.


Böylece bu yüzyıl Olympos‘ un en refah içinde olduğu yüzyıl olmuş, bundan sonraki III. yüzyılda yeniden korsanlar Olympos‘ a musallat olmuşlardır. Korsanların saldırıları zengin ve mamur şehri bir anda fakir düşürmüş ve önemini yitirmesine sebep olmuştur. Bundan sonra şehir önemsiz küçük bir kent olarak yaşamını sürdürmüştür.


Venedik, Ceneviz ve Rodos şövalyelerinin Akdeniz’ de cirit attığı Orta Çağ’ da şehir biraz hareketlenmiş ise de Osmanlıların deniz üstünlüğünü kurmalarından sonra iyice önemini kaybetmiş ve XV. yüzyılda terk edilmiştir.


Antik yapıların büyük bir bölümü çoğunluğu defne ve böğürtlen çalısı olmak üzere sık bir bitki örtüsüyle maskelenmiştir. Antik kentte bugüne dek ciddi bir kazı yapılmamıştır. Sadece 1991 ve 1999 yıllarında Antalya Müze Müdürlüğü Başkanlığı’ nda bazı eserlerin etrafındaki bitkiler temizlenmiş ve bakım çalışması yapılmıştır.









 Antik Şehir Olympos


Antik Likya‘ nın en önemli liman kentlerinden olan Olympos, tarih boyunca mitolojiye konu olmuştur. Konumunun elverişliliği nedeniyle korsanların barınağı olan Olympos, bugün sahip olduğu tarihsel değerleri, 3200 metrelik muhteşem sahili, endemik bitkileri, Caretta Caretta‘ ları Khimaira‘ sı, tüm sportif etkinliklere olanak veren muhteşem doğası ve pansiyon olarak kullanılan meşhur ağaç evleri ile tüm dünyaca bilinmektedir.


Akdeniz iklimine sahip Olympos‘ ta kışları yağışlı ve nemli, yazlar kurak ve sıcaktır. Nisan başından eylül sonuna kadar denize girmek mümkündür Olympos, içinden geçtiği dereciğin iki yanına yayılmıştır. Kumsaldan da görülen ve mezarların üzerinde bulunan yüksek tepe Olympos‘ un akropolüdür. Üzerindeki yapı kalıntıları ise Orta Çağ’ da bir kale şekline sokulan surlara aittir. Bu tepeden bakıldığında Venedik misali ırmağın güzel görüntüsünü seyredebilirsiniz. Irmak, kenarlarına yapılan poligonal teknikteki duvarlarla kanal haline sokulmuş, bugün de izlerini gördüğümüz köprü ile iki yaka birleştirilmiştir.


Nehrin karşı tarafında hemen kıyıda görülen pencereli yapı şehrin hamam kalıntılarıdır. Olympos‘ un bu kıyısına nehrin üzerindeki iri taşlara basarak geçilebilir. Burada çalılıklardan çok zor gezilebilen Olympos‘ un tiyatrosu bulunur. Tiyatronun tonozlu paradosları, orkestraya ve çevreye dağılmış süslü kapı ve niş parçaları burada tipik bir Roma Devri tiyatrosunun bulunduğunu gösterir. Tiyatro ile deniz arasında Bizans Çağı bazilikası ve suru ile nehrin kenarındaki hamam kalıntılarıdır. Tiyatro ile deniz arasında Bizans Çağı bazilikası ve suru ile nehrin kenarındaki hamam nefis bir başka yapı kalıntısı yer alır. Ortada oluşan geniş açıklıktan anlaşıldığına göre şehrin agorasının ve gymnasionu’ nun burada olması gerekmektedir.






Olympos - Çıralı


Çıralı, Olympos antik kentinin yanındaki köyün adıdır. Olympos antik kenti‘ne deniz tarafından girişte en çok dikkat çeken yapılar Ak Dere‘nin iki yakasına inşa edilen taşkın önleme duvarları ile vadinin ağzında, güney yakadaki sarp kalker yamacın alt bölümünde yan yana bulunan iki lahit mezardır. Bu mezarlardan batıdaki, Olymposlu korsanlardan Kaptan Eudemas‘a ait olup üzerindeki direksiz ve küreksiz gemi kabartması ve dört satırlık bir şiir nedeniyle çok ilgi çekmektedir. 25 . şiirin, lahidin yanında bulunan açıklayıcı tabeladan okuduğumuz tercümesi şöyledir:


“Son limana girdi demirledi çıkmamak üzere,
Çünkü ne rüzgardan ne de gün ışığından medet var artık.
Işık taşıyan şafağı terkettikten sonra Kaptan Eeudemos,
Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi, kırılmış bir dalga gibi. ”


Bu mezarları geçtikten sonra patikadan sağa ayrılan bir kol sulu bir derenin sağ kıyısını izleyerek kentin ana yerleşim alanına girmektedir. Vadi tabanının 250 m. genişliğe ulaştığı bu kesimde kalker yamaçların eteğinden çıkan üç tane karstik kaynağın suları burada bir bataklık oluşturarak yoğun bir bitki örtüsünün gelişmesine yol açmıştır. Bu nedenle burada yer alan ev kalıntılarının çoğunun planı hakkında bilgi alınamamaktadır. Bu kesimde bulunan, birtanesi bitkisel motif kabartmalı ve kitabeli bir dizi likya tipi lahidi geçtikten sonra, erken Bizans dönemine ait mozayikli bir hamama ulaşılmaktadır. Bitki ve hayvan motiflerinin yanısıra geometrik desenlerin de işlendiği mozaikler kilisenin hem tavanında hem de tabanında yer almaktadır. Ancak tabandaki mozayikler 16. yüzyılda meydana gelen bir deprem sonrasında binanın zemininin çökmesi (oturması) ve zeminden bir kaynak suyunun çıkması sonucunda taban suyu içerisinde kalmıştır. Bugün hamamın zemininde görülen mozayikler tavandan düşen mozayiklerdir. Antik hamamın yanından geçen ve kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanan su kanalı 1800′ lü yıllarda Kıbrıslı Hacı Hasan adlı bir kişi tarafından değirmen çalıştırmak amacıyla yapılmıştır. Bu değirmenin kalıntısı kanalın Olympos Vadisi‘ ndeki yola açıldığı yerde görülmektedir.


Mozayikli hamamın güneybatısında imparator Marcus Aurelius adına yapılmış bir tapınak kalıntısı bulunmaktadır. Tapınağın M.S. 172-180 yılları arasında yapıldığının üzerindeki kitabede yazılı olduğu Nevzat Zafer tarafından aktarılmaktadır. Buradan sonra batı yönünde yürüyüşe devam edildiğinde Olympos antik kenti‘nin batı girişinde bulunan Kültür Bakanlığı’ na ait bilet gişesine varılmaktadır. Dere yatağının oldukça geniş ve sığ olduğu bu kesimden karşıya geçildiğinde (Günümüzde çay üzerinde karşıdan karşıya geçişi sağlayacak herhangi bir köprü yoktur) kalker yamaç üzerinde kademeli bir şekilde yer alan Nekropol (mezarlık) alanına ulaşılır. Geç Roma dönemine ait, yan yana sıralanmış oda şeklindeki tonozlu ve tamamı kitabeli 250 civarındaki bu taş mezarlar insanı ilk görüşte cezbetmektedir. Aralarında anıtsal tipte yapılmış tek mezarlara da rastlanılan bu mezarların yaklaşık 200′ünün kitabelerinin yayınlanmış olduğu Nevzat Zafer “Olympos” makalesinde açıklamaktadır. Giriş kapılarının üst bölümleri kemerlerle örtülü olan mezarların sürgülü taş kapakları bulunmaktadır. Yine Nevzat Zafer’in aktardığına göre, genellikle “Olympos’ lu” ibaresini içeren kitabeler dini, mali ve adli konulardan bahsetmektedir. Dini konularla ilgili olarak en çok Hephaistos 25′dan bahsedilmekte, Khimera, Apollo ve Athena’ nın adları da bazı kitabelerde geçmektedir.


Nekropol‘ den sonra patika üzerinde doğu yönünde yüründüğünde Olympos‘ un Tiyatrosu‘ na ulaşılır. M.S II. yüzyılda yapılmış 1500 kişi alabilecek kapasitedeki tiyatronun kalker yamacın üzerine yapılmış oturma sıraları büyük ölçüde bozulmuştur. Tiyatrodan sonra geç Roma dönemine ait sırasıyla Agora, Odeon ve Hamam kalıntılarına uğrayan patika yoğun bir bitki örtüsünden geçerek, derenin güney yakasında kumsala çıkar. Kumsal üzerinde, Ak Dere‘ nin güney yakasındaki taşkın önleme duvarına ait izole bir kalıntı bulunur.


Akarsu eskiden daha derin olduğu için, antik dönemde tekneler dere boyunca içerilere kadar girebilmekteydi. Nitekim taşkın önleme duvarının iki yakasında yükleme boşaltma amacıyla yapılmış rıhtım kalıntıları bulunmaktadır. Derenin güney yakasında, hafif kabarık kireçtaşlarıyla yapılmış 3 metre yüksekliğe ulaşan rıhtım duvarının Hellenistik döneme ait olduğu söylenmektedir. Bu duvarın batı ucunda dikdörtgen blok taşlardan yapılmış Roma Çağı duvarı bulunmaktadır. Yine Roma Dönemi’ nde yapılmış bir taş köprünün kalıntısı denizden yaklaşık 80 m. kadar içeride, derenin kuzey yakasında yer almaktadır. Ak Dere‘ nin iki yakasındaki taş duvarlar yer yer yıkıldığı için 1949 ve 1969 yıllarından meydana gelen büyük taşkınlarda akrarsuyun duvarların dışına taşarak antik yapılara zarar verdiği, Olympos gezisinde kılavuzluğunu yapan Kerim Ölçer tarafından ifade edilmiştir. 1945 yılına dek, Orman İdaresinin kestiği tomrukları yaklaşık 8-10 m. derinliği olan Ak Dere‘ de yüzdürülmek suretiyle denize taşınarak burada gemiye yüklendiği yine aynı kişi tarafından bir çocukluk anısı olarak anlatılmıştır. Ancak günümüzde Ak Dere‘nin suyunun büyük bir bölümü yukarı kesimde sulama suyu olarak alıkonulduğu için özellikle yaz aylarında akarsu kurumaya yüz tutmaktadır.


Olympos - Yanartaş


Bir Lykya kenti olan Khimaira‘ da, antikçağlardan bu yana hiç sönmeden yanan ateş, bir doğal gaz kaynağının çatlaklardan yeryüzüne çıkmasıyla oluşuyor. Eskiden daha güçlü olan ateş, zamanla küçük ama çok sayıda aleve dönüşmüş. Gündüz saatlerinde belli belirsiz olan alevleri akşam saatlerinde izlemek daha etkileyici olmaktadır. Ören yeri girişinden yaklaşık 20 dakikalık yürüyüşten sonra bu yanar taşların olduğu tepeye ulaşılmaktadır.


Olympos‘ a bir saatlik mesafedeki yanartaşın mitolojik öyküsü şöyledir:


Yunanistan’ a bağlı Argos’ ta, Bellerophontes adlı tanrısal güzellikte bir delikanlı yaşarmış. Uçan at Pegasos’ a sahip olmayı çok istediğinden dağ bayır damadan günlerce Pegasos’ un peşinden koşturmuş ama muvaffak olamamış. Birgün tanrılar rüyasında uçan ata nasıl sahip olabileceğini bildirmişler. O da tanrıların istediği şekilde atın su içtiği bir anda kendine verilen altın gemle ata sahip olmayı başarmıştır.


Ancak Bellerophontes birgün yanlışlıkla birisini öldürür. Bundan dolayı Argos’ tan ayrılıp Tiryns kralı Proitos’ un sarayına sığınır. Kraliçe bu yakışıklı gence çok geçmeden aşık olur. Onunla sevişmek ister. Fakat Bellerophontes konuk olduğu evin sahibine saygısızlık etmek istemez ve kraliçenin arzusunu geri çevirir. Kraliçe de kocasına yalan söyleyerek gencin kendisinin zorla koynuna girmek istediğini ileri sürerek ondan intikam almak ister. Kral öfkelenir ise de konuğunu öldürmek istemez ve onu öldürtmek için kayınbabası olan Lykia kralına bir mektupla birlikte gönderir.


Bellerophontes Lykia‘ ya ulaşır. Kral onu Xanthos nehri yakınında karşılar ve dokuz gün misafir eder. Dokuzuncu günde damadının gönderdiği mektubu alır ve öldürülmesi gerektiğini anlar. Ancak o da öldüremez ve Khimaira‘ nın öldürmesini ister. Böylece ondan kurtulmayı düşünmüştür. Khimaira önü arslan arkası yılan, ortası keçi olan ve ağzından alevler saçan garip bir yaratıktır. Bellerophontes tanrıların isteği ve kanatlı atı Pegasos sayesinde Khimaira‘ yı yere serer. Kral, Bellerophonhes‘ e daha birçok zor işler vermişse de o hepsinin hakkından gelmiştir.


Bunun üzerine kral onun tanrı soyundan geldiğine inanarak ona birçok armağanlar verir ve kızıyla evlendirir. Bellerophontes Poseidon soyundan gelmektedir. Bu evlilikten üç çocuğu olur, bunlardan kızı Laodameia, Zeus ile sevişir ve bu sevişmeden Sarpedon doğar. Sarpedon büyüyünce Lykia kralı olur. Troya savaşına katılır.


Ben ta uzaklardan geldim yardıma
Anaforlu Xanthos’ tan geldim, uzak


Lykia‘ dan…..
diyerek savaşta geri kalanlara çıkışır ve birçok kahramanlık gösterdikten sonra Akhilleus’ un silahlarıyla savaşan Patroklos tarafından öldürülür. Son nefesini verirken de vazifesini Glaukos’ a devrederek ölür. Zeus oğlunun ölüsünü Lykia‘ ya götürmesi için Apollon’a emir verir.


İşte böylece yer altı yaratıklarından Typhon ile Ekhidna’ nın birleşmesinden doğan Khimaira, bugün Çıralı ve Yanartaş denilen Olympos‘ tan görülen dağda yaşarmış. Belerophontes‘ in uçan atı Pegasos’ a binerek öldürdüğü Khimaira son nefesini verirken bile ağzından alevler çıkıyormuş. Bugün tabii gazların kayalar arasından çıkıp yanması işte bu efsane ile birleştirilir.


Ulaşım


Antalya-Finike yolundan Olympos‘ a gitmek için Ulupınar‘ dan harabe levhasının olduğu yola sapmak gerekir. Dar fakat nefis güzellikteki yol bizi Olympos‘ un sahiline kadar indirir. Harabeye ulaşmak için çayı geçip geniş kumsalda biraz yürüdükten sonra Olympos‘ un içinden geçen çay kenarına ulaşılır. Çayın yanından giden patika yol bizi harabenin içine götürecektir.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Türkiyedeki Baslica Tarihi Eserler





  Ülkemizde yerleşim hayatının çok eski tarihlere kadar uzanması ve çok çeşitli uygarlıkların yönetimi altına girmesi ören turizmine konu oluşturan antik kentlerin oldukça geniş bir sayı oluşturmasını sağlamıştır. Bu antik kentlerden Truva (Çanakkale), Bergama (İzmir), Efes (Kuşadası), Milet, Didim (Aydın), Ege kıyı bölgesinde, Kaunos (Köyceğiz), Phaselis, Perge, Aspendos, Side (Antalya), Akdeniz kıyılarında, Nemrut Dağı harabeleri (Adıyaman, son yıllarda terör olayları nedeniyle ziyaretçi sayısında büyük ölçüde azalma olmuştur.), Alacahöyük, Boğazköy (Çorum) iç kesimlerde en çok ziyaret edilen antik kentlerdir.


    Ülkemizde eski devirlerde kurulmuş savaş ve depremler sonucu yıkılmış ve defalarca tekrar kurularak günümüzde insanın eseri olarak bir tepe oluşturmuş höyük adıverilen tarihi yerleşmelere de rastlanır. 800 dolayında yeri bulunmuş höyük olan ülkemizde zaman zaman yapılan kazılardan elde edilen eserler müzelerde sergilenmektedir. Bu höyüklerden Çatalhöyük (Konya), Kültepe (Kayseri), İkiztepe (Samsun), Çavuştepe (Van) başlıcalarıdır. Ayrıca ilk yerleşim izlerine rastlanan bazı mağaralar da (Karain, Beldibi, vb.) bulunmaktadır.


    Yurdumuzda çok sayıda tarihi eserlere de rastlanır. Bunlar kale, köprü, han, kervansaray, çeşme, camii, manastır ve benzeri eserlerden oluşur. Bunlardan Meryem Ana ile ilgili dinsel bağlantılar çok sayıda hacı adayını çekerken, Noel Baba'nın piskoposluk yaptığı Demre, tüm ulaşım zorluklarına karşın Sümela Manastırı, kaya kiliselerin yer aldığı Kapadokya ve Ihlara Vadisi, HacıBektaş-ı Veli Türbesi, Mevlana Türbesi ile diğer kilise ve camiiler turizm faaliyetlerine dinsel bir içerik katar. Avrupalıve Amerikalıturistelerin en çok ilgi gösterdiği yerlerin başında gelen müzeler ise genellikle büyük şehirlerimizde toplanmıştır. Ülkemizde ilk arkeolojik müze 1891 yılında açılan İstanbul Arkeoloji Müzesidir. Bu müzemizi 1924 yılında açılan Topkapı Sarayı Müzesi ve 1928 yılında açılan Ankara Etnografya Müzesi izlemiştir. Günümüzde 90 dolayında müzenin yer aldığıülkemizde turistlerin en çok ziyaret ettikleri müzeler İstanbul'da Osmanlı dönemine ait eserlerin sergilendiği Topkapı Sarayı ve müzesi, Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Arkeoloji müzesi, Beyazıt Etnografya müzesi, Türk-İslam eserleri müzesi, Ayasofya müzesi, Askeri müze, Ankara'da Etnografya Müzesi, Arkeoloji Müzesi, Hitit Müzesi, Anıtkabir Atatürk Müzesi, Konya Mevlana müzesi, Antalya'da Arkeoloji Müzesi sayılabilir.

    Ülkemizde çeşitli tarihlerde düzenlenen festival ve fuarlarda gerek iç turizmi hareketlendirmek gerekse tatil amacıyla gelenlerin kalışsüresini uzatarak, turizm gelir lerinin arttırılmasına çalışılır. İstanbul festivali (15 Haziran-20 Temmuz), İzmir Uluslararası Fuarı (20 Ağustos-20 Eylül), Antalya festivali (25 Mayıs-5 Haziran), Konya Mevlana Haftası (12 Aralık-17 Aralık) bunların başlıcalarıdır.

Bayezit Camii
Sultan Bayezit ll'nin Edirne'de yaptırdığı Bayezit Camii ile buna bağlı medrese, şifahane v.b.'den oluşan eserler topluluğu.

Sultan Bayezit Camii ve külliyesi 1484-1488 yıllarında Mimar Hayrettin tarafından yapıldı. Külliyenin bütünü 100 kadar kubbe ile kaplıdır. Caminin kubbesinin çapı 22,55 metredir, yanıbaşında küçük avlulu bir medrese ve biraz açığında geniş avlulu bir şifahane vardır. Sultan Bayezit II bu külliyenin yönetimi için 167 görevli atamıştı. Buradaki Tıp Medresesi'nde okuyan öğrenciler hastahanelerde staj görüp yetişirlerdi. Ülkenin ünlü bilginleri Bayezit medreselerinde müderrislik (profesör) ederlerdi.


ŞİFAHANE

Bayezit külliyesine bağlı şifahanede akıl ve ruh hastaları tedavi görürdü. Tedavi aracı olarak müzik, çiçekler, çeşitli av etleri ve ilaçlar kullanılırdı. Şifahanenin başlıca tedavi aracı müzikti. Bilindiği gibi XIX. yy.a kadar Avrupa'da akıl ve ruh hastalarına çok kötü muamele edilirdi. Buna karşılık Osmanlı ülkesinde bu hastalara her zaman iyi davranılırdı. Hastaları müzikle tedavi etmek için şifahanede hanende (şarkı söyleyen) ve sazende (çalgı çalan) olarak 10 görevli bulunuyordu. Bunlardan üçü şarkı söyler, diğerleri çalgı çalarlardı (ney, keman, muskar, santur, cenk, cenk santur, ud).


Tedavide çiçeklerden de yararlanılırdı. Çiçeklerin yalnız rengi değil kokusu da hastalar üzerinde iyi etki bırakırdı. En çok kullanılan çiçekler sümbül, lâle, reyhan, karanfil, şebboy, nesrin, yasemin, deveboynu, zerrindi.


Av etlerine gelince, her hasta için hekim öğüdüne göre özel tarzda pişirilen çeşitli yabani kuş etleri kullanılırdı: keklik, turaç, sülün, kaz, ördek v.b. Bu arada memeli hayvanlardan geyik etine de yer verilirdi.


Şifahanenin eczane kısmı da çok işlekti. Haftanın iki gününde eczaneden her isteyene bedava ilaç verilirdi, ilaçlar burada hazırlanır, bunun için yüklü bir hammadde stoku bulundurulurdu. Sultan Bayezit II eczanede herkesin görebileceği yere bir yazı astırmıştı. Bu yazıda, muhtaç olmadığı halde her kim bu eczaneden ilaç alır da ticaret maksadı ile kullanırsa o kimsenin sakat kalıp fakir düşmesi dileği belirtiliyordu. Padişah ilencinden çok korkulduğu için fakir olmayanlar bedava ilaç almaktan çekinirlerdi.


Tıp medresesinin tedavi merkezi olan dârüşşifa, kubbeli ve altı hücreli bir yapıdır. Hücrelerdeki akıl hastalarının birbirini görmemesi sağlanmıştır. Ortadaki havuzun çevresinde yer alan saz sanatçıları müzikle tedavi yapmış olurlardı.


Selimiye Camii

Edirne'deki ünlü Türk camii.


Kanunî Süleyman'ın oğlu Selim II tarafından Edirne'de ünlü mimar Sinan'a yaptırılan Selimiye Camii, selâtin camilerinin en ünlülerinden biridir. Yapımı 1569'dan 1675'e kadar 6 yıl sürmüş ve yaptıran padişahın adıyla anılması için de Selimiye adı verilmiştir.


Mimar Sinan bu camiyi yaparken o zamana kadar hiç bir mimarın başa*ramadığı bir işi başarmış, önceki bü*yük cami ve kiliselerde görülmemiş bir ustalıkla bütün camiyi tek bir kubbeyle örtebilmiştir. Bu yüzden Mimar Sinan'ın şöyle dediği söylenir: «Şehzade Camii'ni çıraklığımda, Süleymaniye Camii'ni kalfalığımda, Selimiye'yi ustalığımda yaptım».


Gerçekten de o zamana kadar bu gibi eserlerde ana kubbe kademeli olarak yarım kubbelerin üstünde yükselirdi. Sinan, bu camide ana kubbeyi 8 filayağına dayanan sekiz köşeli bir kasnak üzerine oturtmuştur. Kasnak filayaklarına, filayakları da dış desteklere kemerlerle bağlanmıştır. Kubbenin yüksekliği 15,86 m'dir (Ayasofya'nın kubbesinden l m daha yüksek). Caminin içi İznik çinileriyle süslenmiştir.

ÜÇ ŞEREFE ÜÇ MERDİVEN

Caminin dört köşesinde yer alan dört minarenin dördü de üç şerefelidir. Giriş kapısının iki yanındaki minarelerin üç şerefesine üç ayrı merdivenle çıkılır. Öteki minareler birer merdivenlidir; her birinin yük*sekliği 70,889 m'dir. Minarelerin kubbeye yakınlığı camiye ayrı bir estetik güzellik vermektedir.

Selimiye bir külliye olarak yapılmıştır. Taş duvarlarla sınırlı geniş avlunun içinde dârülsıbyan (çocuk okulu), dârülkurra (Kur'an kursu) ve medrese vardı. Ortasında oymalarla süslü bir şadırvan bulunan revaklarla çevrili Selimiye Medresesi şimdi müze haline getirilmiştir. Caminin cümle kapısı mermer sarkıtlarla süs*lenmiştir. Avlunun dış kapısında bile ince bir işçilik göze çarpar.

28 Ekim 2010 Perşembe

Çukur Han


ALANYA KALESİ : Çukur Han (Bergama) İzmir ili Bergama ilçesinde bulunan bu hanın kitabesi günümüze gelemediğinden yapım tarihi kesinlik kazanamamıştır. Bununla beraber yapı üslubundan XIV.-XV. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır.

Han moloz taş kesme taş ve tuğladan yapılmış olup iki katlı orta avlulu plan tipindedir. Yakın tarihlerde restore edilen bu han dikdörtgen planlı bir orta avlunun çevresinde yuvarlak kemerlerle birbirlerine bağlanmış sütunların oluşturduğu revaklardan meydana gelmiştir. Alt kattaki odaların üzerleri tonoz üst kattakiler de kubbe ile örtülüdür.

Giriş kapısının üzerinde büyük bir oda bulunmaktadır. Bu odaya Başodası ismi verilmiştir. Hanın cephesinde üst katta pencereler sıralanmış bunların üzeri de saçak frizi ile sonuçlanmıştır.

ALANYA KALESİ : Surlarının uzunluğu 6.5 kilometreyi bulan Alanya Kalesi, denizden 250 metreye kadar yükselen yarımada üzerindedir... Kandeleri adıyla da bilinen Alanya yarımadasındaki yerleşim, Helenistik döneme kadar inmekle birlikte günümüze kalan tarihi dokusu 13. yüzyıl Selçuklu eseridir. Kale, 1221 yılında kenti alıp yeniden inşa ettiren Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmıştır. Kalenin 83 kulesi ve 140 burcu vardır. Ortaçağda surların içine yerleşmiş kentin su gereksinimi sağlamak üzere 400’e yakın sarnıç yapılmıştır. Sarnıçların bir kısmı günümüzde de kullanılmaktadır.

Surlar, planlı bir şekilde Ehmedek, İçkale, Adam Atacağı, Cilvarda burnu üstü, Arap Evliyası Burcu ve Esat Burcu’nu inerek Tophane ve Tersane’yi geçip Kızılkule’de son bulacak şekilde inşa edilmiştir. Yarımadanın zirvesinde açık alan müzesi olarak değerlendirilen içkale bulunmaktadır. Sultan Alaaddin Keykubat sarayını burada yaptırmıştır... Kalede yerleşim günümüzde de sürmektedir. Ahşap ve kagir tarihi evlerin önünde tahta tezgahlarda ipek ve pamuklu dokuma yapılmakta, değişik figürlerde su kabakları boyanmakta, küçük bahçelerde otantik yemek servisi verilmektedir. Ayrıca kaleye çıkan yol üzerinde ve limana egemen yamaçlarında restoran ve kafeteryalar vardır. Kale taşıt trafiğine açıktır. Yürüyerek ise yaklaşık 1 saatte çıkılabilir.


KIZILKULE : Limandadır. Kentin sembolü olan sekizgen planlı yapı 13. yüzyıl Selçuklu eseridir. 1226 yılında Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından Sinop Kalesi’ni yapan Halepli yapı ustası Ebu Ali Reha el Kettani’ye yaptırılmıştır. İnşaat sırasında belli bir yükseklikten sonra taş blokları kaldırmak güç olduğu için üst kısmı pişmiş kırmızı tuğlalarla yapılmış ve bu nedenle Kızılkule adını almıştır. Kule duvarlarında antik çağdan kalma mermer bloklar görülmektedir. Sekizgen planlı ve her bir duvarı 12.5 metre genişliğinde olan kulenin yüksekliği 33 metre, çapı 29 metredir. İçinde zemin dahil beş kat vardır. Kulenin üstüne yüksek aralıklı ve 85 basamaklı taş merdivenle çıkılır. Kulenin tepeden aldığı güneş ışığı birinci kata kadar ulaşır. Kulenin ortasında bir sarnıç bulunur. Kule denizden gelecek saldırılara karşı limanı ve tersaneyi korumak amacıyla yapılmış ve yüzyıllar boyunca askeri amaçla kullanılmıştır. 1950’li yıllarda onarılan kule 1979 yılında ziyarete açılarak birinci katı Etnoğrafya Müzesi’ne dönüştürülmüştür.


TERSANE : Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın kenti almasından altı yıl sonra Kızılkule’nin yakınında 1227’de yapımına başlanmış ve bir yılda bitirilmiştir. Kemerli beş gözden oluşan tersanenin denize bakan cephesi 56.5 metre, derinliği 44 metredir. Tersane için seçilen yer, gün ışığından en fazla yararlanılacak şekilde planlanmıştır. Tersanenin giriş kapısındaki yazıt, Sultan Keykubat’ın armasını taşır ve rozetlerle süslüdür. Alanya Tersanesi, Selçukluların Akdeniz’deki ilk tersanesidir.



Daha önce Karadeniz’de Sinop Tersanesini yaptıran Alaaddin Keykubat, Alanya Tersanesi ile “iki denizin sultanı” unvanını almıştır. Tersanenin bir yanında mescit öteki yanında muhafız odası bulunur. Gözlerden birinde de zaman içinde körlenmiş bir kuyu vardır. Denizden teknelerle ya da Kızılkule’nin yanındaki surlardan yürüyerek ulaşılan Tersane’ye giriş ücretsizdir.


TOPHANE
Tersane’nin bitişiğinde denizden 10 metre yüksekliğinde bir kayaya tersaneyi korumak amacıyla yapılan Tophane vardır. 1227 yılında kesme taştan inşa edilen üç katlı ve dikdörtgen planlı yapıda aynı zamanda savaş gemileri için top döküldüğü bilinmektedir. Tersane ve Tophane’nin Kültür Bakanlığı ve Alanya Belediyesi tarafından bir Denizcilik Müzesi’ne dönüştürülmesi için çalışmalar sürmektedir.


EHMEDEK
Kale’nin kuzey yamacında Bizans döneminden kalan küçük kalenin yerine Selçuklu döneminde “orta kale” olarak yeniden inşa edilmiştir. Giriş kapısındaki kitabeden 1227 yılında yapıldığı anlaşılmaktadır. Adını, Selçuklu döneminin inşaat ustası “Ehmedek”ten aldığı sanılmaktadır. Üçer kuleli iki bölümünden oluşan orta kale, kara saldırılarına karşı stratejik bir yerde ve aynı zamanda sultanın sarayının bulunduğu iç kaleyi de koruyacak konumdadır. Kulelerin günümüze kadar gelen duvarları Bizans döneminde kayalardan yontularak yapılmıştır. Orta kalenin içindeki üç sarnıç günümüzde de kullanılmaktadır. Kale duvarlarında Selçuklu döneminden kalma gemi resimleri vardır.


SÜLEYMANİYE CAMİSİ : Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından kentin yeniden düzenlenmesi sırasında 1231 yılında kalenin zirve kısmında, İçkale’nin hemen dışında yaptırılmıştır. Ancak sonraki yıllarda cami yıkılmış ve 16. yüzyılda Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından tekrar yaptırılmıştır. Tek minareli cami, Alaaddin, Kale ya da Süleymaniye adıyla anılır. Yapı moloz taştan ve kare planlıdır. Sekizgen kasnak üzerine, kiremitli bir kubbesi vardır. Kubbenin askılık görevi üstlenen kısmına akustiği sağlamak için 15 küçük küp yerleştirilmiştir. İbadet sırasında bu özellik ortaya çıkmaktadır. Son cemaat yeri, dört ayak üzerine kiremitli üç kubbe ile örtülüdür. Kapı ve pencere kapakları Osmanlı döneminin ahşap oyma işçiliğinin güzel bir örneğidir.


BEDESTEN : Kale içinde, Süleymaniye Camisi yakınındadır. 14. ya da 15. yüzyılda Karamanoğulları döneminde çarşı veya han olarak yapıldığı sanılmaktadır. Kesme taştan dikdörtgen planlı bir yapıdır... 26 odası vardır ve 13 metre genişliğinde 35 metre uzunluğunda bir avluya sahiptir. Tarihi bina günümüzde otel, restoran ve kafeterya olarak kullanılmaktadır... Avluya açılan orta çağ dükkanları, otel odası olarak düzenlenmiştir. Bahçe kısmında, merdivenle inilen büyük bir sarnıç vardır. Bahçenin manzarası, bir yanıyla yukarıdaki kale surlarına, aşağıdaki Akdeniz’e ve kumsala bir yanıyla da Toros dağlarına hakimdir. Bedesten, işletmecisinden izin alınarak gezilebilir.


DARPHANE : Yarımadanın ucunda, uzunluğu 400 metreyi bulan sarp kayalıklardan oluşan Cilvarda burnu üzerindeki yapılardır. Halk arasında “darphane” olarak anılmasına karşın kesme taştan inşa edilmiş binalarda para basılması söz konusu değildir. 11. yüzyıldan kalma taş yapılardan biri küçük bir kilisedir, diğerlerinin ise manastır olarak kullanılma olasılığı yüksektir. Küçük kilisenin kubbesi ayakta durmaktadır. Kayaların üstünde bir de sarnıç vardır. Cilvarda burnundaki yapılar topluluğuna İç Kale’den kayalara oyulmuş basamaklarla bir yol bulunmasına karşın yol günümüzde kullanılamaz durumdadır. Denizden çıkış ise zor ve tehlikelidir. Gerek İç Kale’den seyredildiğinde gerekse denizden teknelerle burnu dönerken, etkileyici bir görüntüsü vardır.


AKBEŞE SULTAN MESCİDİ : Kale içinde, Bedesten’in batısında, Süleymaniye Camisi’nin 100 metre kadar ilerisindedir. Alaaddin Keykubat’ın Alanya Kalesi’ndeki ilk kumandanı Akşebe Sultan tarafından 1230 yılında yaptırılmıştır. Dışı kesme taş, içi ve kubbesi tuğla örülüdür. Kare planlı ve iki odadan oluşur. Odalardan biri mescit, diğeri Akşebe Sultan’ın mezarının bulunduğu türbedir. Türbede, üç mezar daha vardır. Eski kalıntılardan mescidin apsisinin çinili olduğu anlaşılmaktadır. Kitabesinde “Tanrı yerin ve göklerin gaiblerini bilir. Allah’ın mescitlerini ancak O’na ve ahiret gününe inananlar imar ederler. 1230 yılında yüce sultan Alaaddin’in günlerinde Tanrı’nın rahmetine muhtaç zayıf kulu Akbeşe yaptırdı” yazmaktadır. Mescidin birkaç metre uzağında moloz taştan kaide üzerinde tuğla gövdeli silindirik bir minaresi bulunur. Şerefe kısmında biten minarenin ilginç bir görüntüsü vardır.


ANDIZLI CAMİ : Tophane Mahallesi’ndedir. Adını hemen yanındaki andız ağacından alan cami 1277 yılında Emir Bedrüddin tarafından yaptırılmıştır. Emir Bedrüddin Camisi de denir. Selçuklu döneminin özgün mimari özelliklerini taşır. Kesme taştandır, yüksek olmayan bir minaresi vardır. Minberi, Selçuklu tahta oymacılık sanatının en güzel örneklerinden birini yansıtır. Camiye, Kızılkule’nin yanından aşağı kapı yoluyla gidilir.


SİTTİ ZEYNEP TÜRBESİ : Kale’ye çıkan yol üzerinde, büyük bir kayanın üzerindedir. Selçuklu ya da Osmanlı döneminden kaldığı tahmin edilmektedir. Yapı, kare planlı ve kubbeli iki odadan ibarettir. Odalardan birinde uzunca bir sanduka vardır; diğer oda boştur. Evliya Çelebi, binanın Bektaşi tekkesi olduğunu yazar. Sitti Zeynep hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kanuni Sultan Süleyman dönemi Osmanlı vakıf defterlerinde türbeye ait vakfın adı “Sitti Zeynep bin’t Zeynülabidin” olarak geçmektedir. Türbede mezarı bulunan kişinin bir eren olduğu sanılmaktadır. Türbenin bulunduğu kayanın içine antik çağda ikişer metre uzunluğunda üç lahit oyulmuştur. Antik mezarlar, bir dönem su deposu olarak kullanılmıştır.


HIDRELLEZ KİLİSESİ : Alanya merkezine 10 kilometre uzakta Hacı Mehmetli Köyü sınırları içinde Hıdır İlyas mevkiindedir. Akdeniz’e gören bir yamaç üzerine 19. yüzyıl başında kurulduğu sanılan kilise, günümüzde de Hıristiyan ve Müslüman ziyaretçiler tarafından ibadet amacıyla kullanılmaktadır. Çatısı kagir, duvarları taş ve küçük bir apsisi olan kilise dikdörtgen planlıdır. Kilisenin içinde ahşap süslemeli bir ara kat vardır. Duvarlardaki freskolar bozulmuştur. Kilisenin 1873 yılında onarım gördüğü kitabesinden anlaşılmaktadır. Alanya Müzesi’nde sergilenen kitabe, Grek abecesi ile Türkçe (Karamanlıca) yazılmıştır. Kilise, Alanya’da yaşayan ve Türkçe konuşan Ortodoksların 1924 yılındaki mübadelede Yunanistan’a gitmeleriyle kapanmıştır. Yanında su kaynağı bulunan Hıdrellez Kilisesi’nin bir adı da Agios Georgios Kilisesi’dir. Kilisenin benzerlerine Antalya Kaleiçi’nde de rastlanmaktadır. Ören yerine giriş ücretsizdir.


ŞARAPSA HANI : Alanya’nın 13 kilometre batısında şehirlerarası karayolu üzerinde 13. yüzyıldan kalma bir yapıdır. 1236-1246 yılları arasında Selçuklu Sultanı olan Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından tarihi ipek yolu üzerinde kervansaray olarak yaptırılmıştır. Bir dönüme yakın araziye inşa edilen yapının duvarları iri kesme taşlarla örülüdür. Orta çağın önemli konaklama merkezlerinden bir olan kervansaray günümüzde eğlence merkezi olarak kullanılmaktadır.


ALARA KALESİ : Alara Kalesi, Alanya’nın 37 kilometre batısında, denizden 9 kilometre içeride Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından 1232 yılında yaptırılmıştır. İpekyolu üzerindeki kalenin işlevi, Alara Çayı kenarındaki handa mola veren kervanların güvenliğini sağlamaktır. Kale 200 metreden 500 metreye kadar çıkan sarp bir tepe üzerinde kurulmuştur. Görkemli bir görüntüsü vardır. Dış ve iç kale olarak iki kısımdır. 120 basamaklı karanlık bir dehlizden kalenin içine girilir. Ören yeri olarak düzenlenerek ziyarete açılmadığı için yaban otları ve yıkıntılara dikkat etmek gerekir. Kalenin içinde kayalar oyularak tüneller yapılmıştır. Kalıntılar arasında küçük bir saray, kale görevlilerinin odaları, cami ve hamam vardır. Surları ve patikaları izleyerek Alara Kalesi’nin zirvesine çıkmak isteyenlerin en az bir saatlik tırmanışı göze almaları ve buna göre donanımlı olmaları gerekir. Zirvedeki manzara ise yorgunluğa değecektir.


ALARAHAN : Alara Kalesi’ne 800 metre uzakta bir düzlükte ve Alara Çayı kıyısındadır. Tümüyle kesme iri taşlarla 2 bin metrekare üzerine kervansaray olarak inşa edilmiştir. 1231 yılında yapılan han birkaç yıl önce onarılmış ve bugün restoran ve alışveriş merkezi olarak kullanılmaktadır. Kervansarayın nöbetçi kulübesi günümüzde de özelliğini korumaktadır. Kervansarayın ikinci kapısı, yolcuların kalacağı mekanlara açılır. Uzun bir koridorun iki yanında odacıklar bulunur. Kervansarayın içinde çeşme, mescit ve hamam vardır. Yapının onarımı sırasında ortaya çıkan taş ustaların imzaları da dikkat çekicidir. Alaaddin Keykubat, Alanya’daki kitabelerde kendisini “Kara ve iki denizin sultanı, Arap ve Acem ülkesinin sahibi” olarak nitelerken, Alarahan’daki kitabesinde “Rum, Şam, Ermeni ve Frenk memleketlerinin fatihi” ünvanını da almıştır. Alarahan’a giriş ücretlidir. Handaki restoranın yanı sıra Alara Çayı’nın kenarındaki küçük kır lokantalarında da yemek yenilebilir ve servis yapılıncaya kadar çayda yüzülebilir.


KARGI HAN : Alanya’nın batısında, Kargı çayının kuzeyindedir. Hanın kitabesi olmadığı için yapım yılı hakkında bilgi yoktur. 46 metre eninde, 50 metre boyunda taş yapıdır. Roma, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Akdeniz ile İç Anadolu’yu bağlayan yol üzerinde, Kesikbel mevkiinde kervansaray olarak kullanıldığı sanılmaktadır. Odalarının hepsinin tavanında hava bacaları bulunmaktadır ve odalar orta avlunun etrafında sıralanmıştır. Kapının karşısında taştan oyulmuş sabit hayvan yemlikleri bulunur. Yapı harap durumdadır.

Frig Vadisi


FriglerFrigler, MÖ 1200' lerde Trakya ve Boğazlar üstünden Anadolu' ya gelmişler, ilk yıllarda Trakya ve Güney Marmara Bölgesi' nde geçici yerleşim merkezleri kurduktan sonra Batı Anadolu' nun iç kesimlerine yayılmışlardır. Siyasi bir topluluk olarak ilk defa MÖ 750' den sonra ortaya çıkan Frigler, Anadolu' ya gelen Balkan kökenli boylardan biridir. Anadolu dışından gelmelerine rağmen kısa zamanda yerel kültürlerle kaynaşarak Anadolu' lulaşmışlar, özgün bir Anadolu kültürü oluşturmuşlar ve siyasi egemenliklerini kaybettikten sonra dahi bin yılı aşkın bir süre kültürel anlamda varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Frig Vadisi

Dünya üzerinde önemli bir konumda bulunan Anadolu' nun, stratejik öneme sahip köprüsü konumundaki bir noktasında yer alan Anadolu' nun kilidi Afyonkarahisar ili de coğrafi konumu nedeniyle Anadolu' yu yurt edinmiş birçok kavmin yerleşerek yaşamlarını sürdürdüğü, kendi kültürlerini yerel kültürlerle yoğurarak yeni kültürler ortaya çıkartıp medeniyetlerin gelişmesine katkıda bulunarak önem kazanmış ve bu önemi günümüze kadar kaybetmeden korumuştur

Ihlara Vadisi


14 km. uzunluğundaki vadide, dere yatağına dağılmış zümrüt yeşili ağaçlar ve örtücü kuşların su sesine karışan "konseri" ile tarihin gizemli sesi sizi doyumsuz bir lezzete çağırıyor... Bu çağrıyı duyup, Ihlara' ya koşarsanız eğer, merdiven inip çıkarken ya da Melendiz Çayı' na paralel patika yolu aşarken, terlemekten kaygılanabilirsiniz. Ancak, bu kaygı sizi durdurmayacak. Çünkü, 60-70 yaşını çoktan devirmiş turistlerin bile gençlere taş çıkartırcasına bu parkuru tamamladığını görünce vadinin havasının ne denli enerji verdiğine tanık olarak yola koyulacaksınız.

Kapadokya
bölgesinde gezi yapan turist gruplarının vazgeçilmez duraklarından biri de "Ihlara Vadisi"dir. Melendiz Çayı' nın ortasından geçtiği vahşi doğa, cazibesiyle turistleri kendisine hayran bırakıyor. Sarp kayalıklara oyulmuş kiliseler, mağaralar ve bıçak gibi keskin kayalar görkemli yapısıyla bölgede daha önce gördüklerinizi unutturacak nitelikte. 14 km. uzunluğundaki Ihlara Vadisi' nin ortalama 4 kilometresi gezilebiliyor.
Vadiyi bir uçtan öteki uca Melendiz Çayı boyunca geçebilirsiniz. Uzunluğu yaklaşık 10 kilometre. Derinliği ise 80 metre. Bu kadar uzun bir yolu yürümek istemiyorsanız, köyü geçtikten sonra vadiye tepeden bakan lokantanın bulunduğu yere gidip, merdivenle aşağıya inebilirsiniz. Yüz metre derindeki vadiye merdivenle inip çıkmanın da biraz yorucu olacağını hatırlatalım. Kanyonun her iki yamacında kayalara yaklaşık 100 kilise oyulmuştur. Kiliseler çoğunlukla 11. yüzyılda inşa edilmiştir.


Aksaray, Hristiyanlığın daha ilk yıllarında önemli bir din merkezi olmuştur. Kayseri' li Basilus ve Nazianzos' lu Gregorius gibi mezhep kurucuları 4. yy. da burada yetişmişlerdir. Mısır ve Suriye sisteminden ayrı bir manastır hayatının kurallarını bunlar tespit etmişlerdir. Böylece Yunan ve Slav sistemi doğmuştur.

Mısır ve Suriyeli rahiplerin dünya ile olan ilişkilerini kesmelerine rağmen Basilus ve Gregorius' un rahipleri dünya ile olan ilişkilerini kesmiyorlardı. Bu yeni anlayışın yeri Belisırma idi.

Gregorius, teslis inancına yeni bir izah getirerek Hz. İsa' nın Tanrılığı tartışmasında İznik toplantısı görüşlerine kuvvet kazandıran fikirler ileri sürdü. Böylece Hristiyanlık tarihinde öncü Gregorius' un yetiştiği kayalık bölge (Belisırma, Ihlara, Gelveri) Manastır ruhuna uygun, kayalara oyulan kiliseler topluluğu halinde geldi. Arap akınlarına karşı, Hasandağı' ndaki müdafaa kaleleri karşı koyunca bu kiliseler faal ibadet merkezi durumlarını devam ettirdiler. Ihlara Vadisi' ndeki kayalara oyulmuş bu freskli kiliseler, korunarak yeryüzünde eşine rastlanmayan bir tarih hazinesi olarak zamanımıza kadar gelmiştir.


Hristiyanlığın ilk yıllarından itibaren kayaların rahatlıkla kazılmasıyla meydana getirilen bu freskli kiliseler ve iskan yerleri 14 km. boyunca Ihlara' dan Selime' ye kadar devam eden "IHLARA VADİSİ" içerisinde yer alırlar.

Vadinin Oluşumu

Vadiye çok yakın Hasan Dağı ve çevresi, Neojen (Genç Tersiyer) ve IV. Zamanda oluşmuştur. Bu zamanda oluşan yükselmelere karşın havzalar oldukça düşük kalmıştır. Hasan Dağı volkanın püskürmesine neden olan tektonik hareketler sonunda çevre yüzeyini geniş bir volkanik tabaka kaplamıştır. Aynı hareketler sırasında kalkerin basınç ve sıcaklık etkisiyle yarattığı kırık hattan fışkıran doğal sıcak suyu, Yaprakhisar ve Ihlara arasında bulunan Ziga Kaplıcaları' nda görebilirsiniz. Çevrenin yapısal karakterini derinden etkileyen volkanik püskürme sonucu oluşan tüf taşları, rüzgar, erozyon ve diğer doğa etkenleri ile aşınmış, Selime ve Yaprakhisar' da karşınıza çıkan değişik görünüm ve renklerde Peri Bacaları' nı yaratmıştır. Tektonik hareketler, bazı yerlerde yumuşak tüfün, bazı yerlerde gri, yeşil ve kahverengi tonlarının hakim olduğu ve iri tanelerle ufalanan kayaların kapladığı alanları çöküntüye uğratmıştır. Ihlara Vadisi boyunca ilerleyen Melendiz Çayı da bu tür çökmenin sonucu oluşan kanyon vadinin tabanını oyarak daha büyük bir derinlik kazanmıştır

Efes Antik Kenti -



İlk çağın en ünlü şehirlerinden biri olan Efes Antik Kenti, Küçük Menderes nehrinin sularını boşalttığı körfezin yakınında kurulmuştur. Tarıma elverişli toprakları, Doğu’ya açılan büyük ticaret yolu oluşu, gerek putperestlik gerekse Hıristiyanlık döneminde çok önemli bir dini merkez oluşu,
tarihe büyük bir kent olarak geçmesini sağlamıştır. İlim ve sanat dünyasında da adını duyurmuş, ünlü kişiler yetiştirmiştir. Bunlar rüya tabircisi Ardemidotus, şair Callinos ve Hipponax, filozof Heraklitos, Ressam Parrhasius, gramer bilgini Zenodotos, hekim Soranos ve Rufus’tur. Efes Antik Kenti’nin tarihi M.Ö.6000’lere uzanmaktadır ki bunu, son yıllarda Arvalya ve Çukuriçi höyüklerinde ele geçen buluntular ortaya çıkarmıştır.


Ayasuluk Tepesi'nde yapılan kazılarda burada Erken Tunç Çağından günümüze kadar kesintisiz yerleşmenin var olduğunu göstermiştir. Bu da eski Efes’in Ayasuluk Tepesi'nde olduğunu, buranın Anadolu Kavimleri ve Hititler tarafından iskan edildiğini ispatlamaktadır. Ayrıca Hitit yazılı metinlerinde Apasas olarak geçen kentin bu kent olduğu da kesinleşmiştir. Antik yazarlar Strabon ve Pausinias, tarihçe Herodot, Efes’li şair Callinos gibi antik kaynaklar Efes’in Amazonlar tarafından kurulduğuna ve yerli halkın Karyalılar ve Leleglerden oluştuğuna işaret etmektedirler.


M.Ö.11 yüzyılda Atina Kralı Kodros’un oğlu Androklos, diğer kolonistler gibi Anadolu’ya gelmiş, Efes Antik Kenti civarına yerleşmiştir. Söylenceye göre; Androklos yeni bir şehir kurmak için yol çıkmadan önce kahine danışır. Kahin ona şehri kuracağı yerin bir balık ve yaban domuzu tarafından gösterileceğini söyler. Adamlarıyla birlikte Anadolu kıyılarına adım adan Androklos yakaladıkları balıkları tavada pişirirken, tavadan fırlayan bir balığın sıçrattığı kıvılcımlar çalıları tutuşturur. Çalıların arkasında bulunan bir yaban domuzu alevlerden korkarak kaçmaya başlar. Bunu Andraklos kahinin söylediklerini hatırlar ve atına binerek yaban domuzunu takip eder ve onu öldürür ve yaban domuzunu öldürdüğü yere kentini kurar. Bu söylence Hadriyan Tapınağı'nın frizlerinde betimlenmiştir. Bu kabartmaların orijinalleri ise Efes Müzesi'nde sergilenmektedir.



 Helenler buraya geldiklerinde Anadolu’nun hemen hemen her yerinde olduğu gibi Ana Tanrıça Kybele’yi baş tanrı olarak buldular. Yerli halkla anlaşabilmek için Artemis’i ana tanrıçayla bir tutarak aynı yerde tapınmaya başladılar.

Artemis Efes’te Anadolu’nun ana tanrıçası Kybele’nin yerini alarak bereket tanrıçası olmuştur. M.Ö. 625 yılında ilk Artemis tapınağı inşa edilir. M.Ö. 7.yy’da kent Kimmerler’in istilasına uğrar ve Artemis Tapınağı yerle bir edilir. M.Ö. 560’da Lidyalı’lar tarafından Efes ele geçirilir ve kent Artemision çevresine taşınır. Bugün gezilen Efes Büyük İskender’in generallerinden Lysimachos tarafından Bülbül ve Panayır Dağları arasındaki vadide M.Ö. 3.yy da kurulmuştur. Kent Akdeniz’in önemli deniz ticaret merkezlerinden biri olmuştur. M.Ö. 2.yy’da Romalıların egemenliği altına giren Efes hızla gelişmeye başlamış ve Roma İmparatorluğunun Küçük Asya’daki başkenti olarak M.S. 2.yy’la kadar en parlak dönemini yaşamıştır. O dönemde kentin nüfusu 250 bin’e ulaşıyordu.

Yaşanan büyük depremler ve Bizans Döneminde Küçük Menderes’in getirdiği alüvyonlarla dolan limanın büyük bir bataklık oluşturması ve sıtma salgınının baş göstermesi sonucunda kent terk edilir. Efesliler kentin ilk kurulduğu Ayasuluk Tepesi'ne yerleşirler. 1304 yılında Selçuklu’lar tarafından ele geçirilen kent 1426 yılında Osmanlı topraklarına katılır. 1914 Ayasuluk adı Selçuk olarak değiştirilmiştir. 1957 yılında İzmir’in ilçesi olmuştur.

Efes Antik Kenti Yapıları







- Magnesia Kapısı
- Doğu Gymnasiomu
- Odeon
- Devlet Agorası
- Prytaneion (Belediye Sarayı)
- Memmius Anıtı
- Domitian Tapınağı
- Kuretler Caddesi
- Trajan Çeşmesi
- Skolastika Hamamları
- Latrina
- Hadrian Tapınağı
- Yamaç Evler
- Aşk Evi
- Celsus Kütüphanesi
- Mazeus-Mithridates Kapısı
- Ticaret Agorası
- Mermer Cadde
- Tiyatro
- Arkadiane Caddesi
- Tiyatro Gymnasiumu
- Liman Gymnasiumu ve Hamamları
- Çifte Kiliseleri (Konsül Kilisesi)
- Stadyum
- Vedius Gymnasiumu
- Yedi Uyuyanlar
- ST.Jean Kilisesi
- İsa Bey Camii
- Ayasuluk Kalesi


Efes Antik Kenti Ulaşım
Efes Antik Kenti’ne İzmir-Aydın karayolundan ulaşabilirsiniz. Selçuk’tan 3 km mesafedeki Efes Antik Kenti'ne, Kuşadası’na giden yolun solundan (Artemis Tapınağı’nı geçtikten sonra)Efes tabelasının bulunduğu ağaçlı yoldan (yol aynı zamanda Yedi Uyuyanlar’ın da yoludur) girilir. Selçuk önemli yolların kesiştiği bir noktada bulunduğu için pek çok otobüs firmasıyla ulaşım sağlamak mümkün. Selçuk otogarından Efes Antik Kenti’ne giden minübüsler var; özel aracınızla gidiyorsanız da Efes Antik Kenti’ne gidene kadar o kısacık mesafede görmeniz gereken daha çok şey olduğunu fark edeceksiniz. Dilerseniz Selçuk merkezinden bir bisiklet kiralayarak ya da yarım saatlik bir yürüyüş yoluyla da Efes Antik Kenti’ne ulaşabilirsiniz. Bununla birlikte Efes Antik Kenti’ne sadece 1 km uzaklıkta küçük uçakların iniş kalkışına müsait Efes Havaalanı bulunuyor



24 Ekim 2010 Pazar

Türkiye'nin Gömülü Hazineleri


"İSTANBUL'UN TAŞI TOPRAĞI ALTINDIR" DENİR YA... BU SÖZ BELKİ DE İSTANBUL'DA GÖMÜLÜ HAZİNELER YÜZÜNDEN SÖYLENMİŞTİR. İŞTE İSTANBUL'A DAİR DEFİNE EFSANELERİ;


SÜLEYMANİYE CAMİİ, HARCA KARIŞAN DEĞERLİ TAŞLAR: SÜLEYMANİYE CAMİİ'NİN İNŞAASI SIRASINDA İRAN ŞAHI, İNŞAATIN HIZLANMASI İÇİN DEĞERLİ TAŞLAR GÖNDERİR. KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN İRAN ŞAHI'NIN SADAKA VERİR GİBİ GÖNDERDİĞİ DEĞERLİ TAŞLAR DEĞİRMENDE ÖĞÜTEREK SÜLEYMANİYE CAMİİ'NİN CEVAHİR MİNARESİ'NE KATAR.

BALAT- FENER AÇIKLARI: BİZANSLILAR İSTANBUL'UN İŞGALİ SIRASINDA GEMİLERLE HAZİNELERİNİ KAÇIRMAYA ÇALIŞIR. FATİH'İN ASKERLERİ BU GEMİLERİ BALAT AÇIKLARINDA BATIRIR.

CÜZZAMLILARIN HAZİNESİ: CÜZZAMHANE'DEKİ HASTALAR SADAKALARLA GEÇİNİRDİ. CÜZZAM HASTALARINA BAĞIŞ OLARAK VERİLEN ALTINLARIN BİRİKTİĞİ HAZİNENİN KARACAAHMET MEZARLIĞINDA OLDUĞUNA İNANILIYOR.

KUTSAL KASE İNANIŞI: KİMİLERİNE GÖRE HIRİSTİYANLIKTAKİ VARLIĞI BİLE TARTIŞILAN KUTSAL KASE DE ÇEMBERLİTAŞ'IN ALTINDAKİ GİZLİ ODADA BULUNUYOR.


KLEOPATRA'NIN HAZİNESİ: HALKALI'DA KLEOPATRA'NIN SÜT BANYOSU YAPTIĞINA İNANILAN ROMA DÖNEMİNDEN KALMA HAVUZUN DA BULUNDUĞU BÖLGEDE HAZİNE OLDUĞUNA İNANILIYOR.



ZEYTİNBURNU KIYI ŞERİDİ/ NAZİ ALTINLARI: İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA NAZİLER, YAHUDİLER'DEN TOPLADIKLARI ALTINLARIN BİR BÖLÜMÜNÜ GOBEN VE BRESLAU ZIRHLILARINA YÜKLEYEREK İSTANBUL'A GETİRİR. ALTINLAR ZEYTİNBURNU KIYI ŞERİDİNDE BİR ARSAYA GÖMÜLEREK SAKLANIR.

OSMANLI BANKASI HAZİNESİ ESKİ İSTİNYE TERSANESİ'NDE: FRANSIZLARIN KAÇIRMAK İSTEDİĞİ OSMANLI'YA AİT KÜLÇE ALTINLAR ESKİ TERSANENİN OLDUĞU YERDE GÖMÜLÜ.

Samsunda Bulunanlar

        Samsun’da bir inşaat sırasında paha biçilemeyen Amisos hazinelerine eşdeğer çok sayıda altın tarihi eser bulundu.
Kalkancı Mahallesi’nde arsa üzerinde inşaat çalışması sırasında kepçeyle temel kazılırken yerde çukur oluştu. Çalışanlar ve kepçe operatörü açılan delikten içeri bakınca büyük bir oda olduğunu görmesi üzerine, bölgede daha öncede tarihi mezarlar bulunması nedeniyle polis ve müze müdürlüğüne haber verildi.
Müze Müdürlüğü’nden görevli arkeologlar çukurun mezar olduğunu tespit etmesi üzerine geniş güvenlik önlemi alındı. M.Ö. 2. yüzyılda Helenistik dönemden olduğu tahmin edilen mezarda kazı çalışması başlatıldı. İncelemede 3′ü bayan 5 kişiye ait mezar olduğu tespit edildi, mezarlar tek tek açıldı. Yapılan kazıda çok sayıda altın tarihi eser çıktı.
Eserler arasında diadem (taç), yüzük, kolye, küpe, koku şişeleri, ender bulunan çömlek tarzı tarihi eserler mezarlardan çıkarıldı. İlk belirlemelere göre mezarda Samsun’da daha önce bulunan paha biçilemeyen Amisos hazinelerine eş değer tarihi eserlerin olduğu konusunda bilgi verildi. Bulunan hazineler tutanak altına alındı ve incelenmek üzere Müze Müdürlüğü’ne götürüldü.
Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, İl Kültür Müdür ve Turizm Yüksel Ünal, Müze Müdürü Muhsin Endoğru, kazı alanına gelerek inceleme yaptı.
Vali Yardımcısı Mesut Taner Genç, eski Amisos bölgesinde mezarların bulunmaya devam ettiğini, daha önce bulunan Amisos hazinelerinden sonra en değerli tarihi eserlerin bulunduğunu söyledi. Müze Müdürü Muhsin Endoğru, mezar odasında altın eserin olduğunu, diademler (taç şeklinde), amfora, testi, ender koku şişeleri gibi eserlerin mezarlardan çıktığını, detaylı bilgi verilmesinin şu aşamada erken olduğunu incelemelerin sürdüğünü ama çok değerli eserler olduğunu ifade etti.
Amisos’un, M.Ö. 2-3. yüzyıllar ve 7. yüzyılda Miletoslular tarafından bugünkü Samsun’un batısında yer alan ‘Kara Samsun’ yöresinde kurulduğu biliniyor. Dönemin önemli liman kentlerinden birisi olan Amisos; Pers, Roma ve Pontuslular’ın egemenliği altına da girdi.
Aynı noktada ikinci mezarda da hazine bulundu
Tamamlanan kazı çalışmaları sırasında ikinci bir mezar bulundu. Kepçe ile yapılan çalışma sırasında çok sayıda hazinenin bulunduğu, mezarın karşısında ikinci bir mezar daha tespit edildi. Çift bölümden oluşan mezarın içerisindeki taş ve toprağın bir bölümü boşaltılmaya çalışıldı. Geniş güvenlik önleminin alındığı kazı çalışması Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müze Müdürü Muhsin Endoğru gözetiminde yapıldı.
Akşam saatlerinde başlayan kazıda diadem altın (taç), bronz kap ve amforalar çıkarılarak koruma altına alındı. Havanın kararması nedeniyle kazı işlemlerine ara verilirken, tarihi mezar ise koruma altına alındı ve giriş bölümü kapatıldı. Mezar içerisinde çeşitli noktalarda kapaklar olduğunu ve başka mezarlara açıldığı tahmin edilirken, daha çok sayıda tarihi eserin çıkabileceği tahmin ediliyor.

Elmalı Hazinesi

   1984 yılında Elmalı'nın Bayındır Köyü'nde yapılan kaçak kazılar ile bulunan yüzyılın definesi Elmalı Sikkeleri, o bölgede bulunan bütün şehir devletlerinin paralarını içeriyordu. Söz konusu sikkelere yüzyılın definesi denilmesinin en önemli nedeni de Yunanlılar'ın Persler'i yendikleri için bir anı parası çıkarma kararı almalı ve normal olarak o zamanın para birimi için en fazla 4 drahmi değeri biçilirken; anma nedeniyle 10 drahmililk paranın çıkarılmış olmasıydı. (10 drahmi'lik para=Dekadrahmi)
İnce işçiliği ve dünyadaki azlığıyla değeri artan dekadrahmiler, Elmalı Definesi'nin bulunmasıyla hem dünyada bilinen Dekadrahmi sayısı iki katına çıkmış hem de insanlık tarihinin bilinmeyen önemli bir bölümü aydınlatılmıştır. Çünkü 1984 yılına kadar tüm dünyada yalnızca 13 adet Dekadrahmi'nin varlığı bilinirken, Elmalı Definesi'nde bunlardan 14 adet bulunmuştur.
Oldukça önem taşıyan böylesi değerli bir kültür mirası kaçak kazılar sonucunda Amerika Birleşik Devletleri'ne kaçırılır. Ardından geçen uzun süreler sonucunda ve yoğun diplomotik girişimler ile hazine tekrar ait olduğu Anadolu topraklarına geri dönmüştür. Bi süre Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenen Elmalı sikkeleri 27 Ekim 2009 da yapılan törenle Antalya arkeoloji müzesinde ziyarete sunulmuştur.1679 parça sikke Antalya Müzesi'nin sikke ve mühürlerin sergilendiği ikinci katta bulunmaktadır.
1900 parçadan oluşan Elmalı definesine ait 1679 sikke Antalya arkeoloji müzesinde sergilenmeye başlamıştır. Elmalı sikkelerinin Türkiye'ye iade edilmesiyle ilgili mücadele 1988 yılında Los Angles ve Zürih'te çeşitli müzayedelerde 16 Elmalı sikkesinin satışa çıkarılmasına karşı Türk hükümetinin avukatları aracılığıyla satışı durdurmasıyla başlamıştır. 1993 ve 1996 yıllarında birer Elmalı sikkesinin Türkiye'ye hibe edilmiş,definenin büyük bir bölümünün ise Amerikalı işadamı William Koch ve şirketlerince satın alındığının belirlenmesi üzerine ABD'nin Macahussets Eyalet Mahkemesi'ne açılan dava sonucu Türkiye'ye getirilmiştir. 29 Haziran 1999 tarihinde 1661 sikkenin Türkiye'ye teslim edilmiştir ve “Böylece yüzyılın definesine ait 1679 sikke Türkiye'ye gelmiştir. Ama defineye ait 15- 200 kadar sikkenin nerede olduğu şu an bilinmiyor.
Elmalı sikkelerinin 1348 adedi Anadolu, 287 adedi Orta ve Kuzey Yunanistan, 44 adedi de Ege adalarında basılmış örnekleri içeriyor. Elmalı sikkelerinin en özgün parçasını ise dünyada Atinalılar'ın Persler'i bozguna uğrattığı savaşların anısına bastırdığı ve her biri 43 gram civarında ağırlığa sahip dekadrahmi denilen sikkeler oluşturuyor. Bu 14 dekadrahmi sikkesinden sadece 6'sı Türkiye'ye getirilebildi.

Karun Hazinesi


        Karun Hazinesi veya Karun Hazineleri Çoğu M.Ö. 560-546 yılları arasında Lidya ülkesini yöneten Kroisos (Karun) dönemine ait olan ve Uşak'ın 25 km batısında ve İzmir Karayolu üzerinde bulunan Güre Köyü yakınlarındaki tümülüslerden 1960'lı yıllarda çıkarılarak kaçırılan ve 1993 yılında geri alınan eserlerin toplu adı. Bazı kaynaklarda Lidya Hazinesi veya Lidya Hazineleri olarak da anılırlar.


Lidya döneminin en görkemli eserleri arasında yer alan bu hazine 1965-66-68 yıllarında kaçırılmıştır. İlk soygun 1965 yılında Toptepe tümülüsünde gerçekleşti. 5 kişilik grup tünel kazarak mezar odasına ulaşarak, buradaki buldukları eserleri dönemin parasıyla 65,000 TL'ye sattılar. Daha sonra, 1966'da, İkiztepe tümülüsü 11 kişi tarafindan soyuldu ve oda içesindeki 150 parça önce saklanıp daha sonra 160,000 TL'ye satıldı. Güre'deki üçüncü soygun 1968 yılında Aktepe tümülüsünde yapıldı ve bulunan resim ve kabartmalar 40,000 TL'ye satıldı. Hazinenin tamamı New York'daki Metropolitan Müzesi'nde 1985 yılında bir sergide gazeteci Özgen Acar tarafından görülmeleriyle bulundu. Dönemin Kültür bakanlığının uyarılması sonucu müzenin depolarında saklanan eserleri almak için 1987’de dava açıldı ve yaklaşık 40 milyon dolarlık masrafa yol açan hukuki süreçler sonunda 1993'de Türkiye'ye geri getirildi. İade müze yetkilileri 6 yıl süren davayı kaybedeceklerini anlamarıyla gerçekleşti.


1996'dan beri Uşak Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Karun Hazineleri’ni son beş yılda 769 yabancı turistin ziyaret ettiği ortaya çıktı. Yer sıkıntısından dolayı onlarca eserin üst üste istiflendiği müzede, 35 bin 573 tarihî eser bulunuyor. Bu eserlerin yüzde 10’u sergileniyor. Müzede Karun Hazineleri’ne ait 450 adet eserden 300’ü sergileniyor. Uşak Arkeoloji Müzesi Sanal Turu için tıklayınız.(http://www.aytmur.com/arkeoloji/TourWeaver_Project75.html) Dünyada eşi bulunmayan hazineye olan ilgisizliğin tanıtım eksikliğinden kaynaklandığı belirtiliyor. Uşak İl Kültür ve Turizm Müdürü Şerif Arıtürk, “Son beş yılda otellerimizde 16 bin 762 yabancı konaklamış. Bunlardan sadece 769’u müzeyi ziyaret etmiş.” diyor.



Yazar KoLoNBo 2010

22 Ekim 2010 Cuma

Harput Kalesi




HARPUT KALESI VE TARİHİ

Harput, Mevcut tarihi kaynaklara göre Harput'un en eski sakinleri M.Ö. 2000 yıllarından itibaren Doğu Anadolu'ya yerleşen Hurrilerdir. Hurrilerden sonra bölge Hitit hakimiyeti altına girmiştir. Çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra M.Ö. 9. Asırdan itibaren Doğu Anadolu'da devlet kuran Urartular Harput'ta uzun süre hüküm sürmüştür.




Harput ve çevresi, 1085 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bundan sonra İlhanlıların Dulkadiroğullarının, Akkoyunluların, Safevilerin eline geçmiş ve 1516 yılında Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı Ordusu tarafından fethedilmiştir.


Hüsnü ziyad adı ise, Muaviye Döneminde Harput'ta valilik yapan "İbni Ziyad "a bağlanmaktaysa da, konuya ilişkin net bilgi bulunmamaktadır. Çok farklı isimler ve açıklamalar verilmesine karşın, Harput adı ve anlamı konusunda ortaya net bir şeyler konulamamaktadır.


Harput Kalesi (Süt Kalesi): Tarihi Harput şehrinin güneydoğusunda, Elazığ ovasına egemen bir konumda bulunan kalenin Urartular döneminde inşa edildiği bilinmektedir. Kalenin Roma, Bizans ve Arapların eline geçtiği tarihi belgelerde mevcuttur. Kale çeşitli dönemlerde onarım görmüştür. Dikdörtgen planlı kale, iç kale ve dış kale olmak üzere iki bölümden yapılmıştır. Görkemli burçları halen ayaktadır.


Süt Kalesi hakkında çeşitli efsaneler anlatılmaktadır. Bir rivayete göre kalenin yapımı sırasında harcın hazırlanması sırasında su yerine süt kullanıldığı, bu nedenle Harput kalesinin bir adınında Süt Kalesi olduğu söylenmektedir.


Ulu Camii: Harputta Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaslan Tarafından M 1156-1157 yılında yaptırılan camii, Anadoludaki en eski ve en önemli yapılardan birisidir.


Kurşunlu Camii: Harputta Osmanlı devri camilerinin en güzel örneğidir.


Alacalı Camii: Harputta Kitapçıgil Parkının girişinde bulunan camide çeşitli yapı devirlerinin izleri görülmektedir. Artukoğulları döneminde inşa edilen cami küçük ebatta dikdörtgen planlıdır.




Harput Ağa Camii: Harputa girişte ana yolun solunda yer alan camiinin kubbesi çökmüş olup, yalnızca zarif minaresi ayaktadır. Harput müzesindeki kitabesine göre 1559 yılında Pervane Ağa tarafından inşa edilmiştir. Daha sonra cami aslına uygun olarak yeniden imar edilmiş, ve minare yanlızlıktan kurtulmuştur.


Meryem Ana Kilisesi: Halen faaliyette olan kilise Harput kalesinin sol tarafında yer alır. Arka duvarlarını kalenin kaya kütleleri teşkil ettiğinden kilise sanki kalenin kayalıkları içine gömülmüş gibidir. İnşaa tarihi MS 1179' dur. Bu kilise Kızıl Kilise, Süryani Kilisesi ve Yakubi Kilisesi adlarıyla da anılmaktadır.Faaliyet günleri çarşamba ve pazardır.


Harputta MağaralarKentin en önemli mağarası turizme açılmış olan Buzluk Mağarası'dır. Mağara Harput'tan 4 kilometre uzaktadır. Diğer bir özelliği bu mağaranın yazın serin, kışın ise sıcak olmasıdır.Eski tarihlerde başta Serince(Şüşnaz) Köyü olmak üzere civar köylerde yaşayan insanlar yiyeceklerini saklamak amacıyla bu mağarayı kullanmışlardır..deve marası:kentin 6 kilometre uzaklıgında ölbe vadisinin içinde bulunmaktadır eski zamanlarda burdan geçen kervanlar bu maraya develerini ve yüklerini burakarak konaklarlarmış


Harput Müzesi: Müzede Elazığ ve Harput civarında bulunan tarihi eserler sergilenmektedir. Bunlar arasında kitabeler, İçme Höyüğü buluntuları ve çeşitli etnoğrafik eserler yer almaktadır.(Nisan 2003'ta kapatılmış olup 2008 yılı itibariyle halen kapalıdır.Son zamanlarda tamamen yıkılması gündemdedir.)


Harput Ulasim Bilgileri:


Harput'a karayolu ile her yerden rahat ulaşım sağlanır. Elazığ Belediyesi saat başı otobüs seferleri düzenlemektedir. Demiryolu ulaşımı da mevcuttur. Yöreye en yakın havaalanı Elazığ Havaalanıdır. Elazığ-Bingöl Karayolu 8. Km sinde yer almaktadır. Ulaşım Havaş Servisleri ile özel taksilerle sağlanmaktadır.






Van'nın Tarihi ve Tarihçesi

Van Anadolu'nun en büyük kapalı havzası olan Van Gölü kıyısında toprakları verimli akarsuları bol iklim koşulları oldukça elverişli bir yerleşim merkezidir. Bu yüzden tarihin eski çağlarından beri birçok medeniyetin hakim olduğu bir yer olmuştur.


Arkeolojik araştırmalara göre Van ili yazılı tarih öncesi dönemleri M.Ö. 5000-3000 yılları Kalkolitik dönem başlarına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 2000 yılında bu bölgede ilk olarak devlet kuranlar Hurrilerdir. Daha sonra Hurrilerin bölgedeki devamı olan yerli kavimler tarafından M.Ö. 900 yıllarında başkentleri Tuşba ( VAN) olan Urartu devleti kurulmuştur. Urartular M.Ö. 612 yılına kadar Van Bölgesinde güneyde yukarı Mezopotamya'ya kadar uzanan Topraklarda hüküm sürmüşlerdir. M.Ö. IX. Yüzyılda Kral Sarduri tarafından Van kalesi yaptırılmıştır. M.Ö. VII. Yüzyıl başlarında Mezopotamya'dan Anadolu'ya akınlar düzenleyen Asurlular Van kalesini ele geçirince Urartular Tuşba yakınlarında Rusahinili (Toprakkale) şehrini kurarak varlıklarını devam ettirmişlerdir. M.Ö. 612 yılında Anadolu'ya gelen Medler büyük Urartu Kırallığı'na son vermişlerdir.


Yerleşik bir nizam kuramayan Med Krallığı Persler'e yenilip yıkılınca Van ve yöresi M.Ö. 332 yılına kadar Pers M.Ö. 129 yılına kadar Büyük İskender'in doğu seferinden sonra Makedonyalılar ve M.Ö. 88 yılına kadar da Partların egemenliğinde kalmıştır.


Tarihi dönem içerisinde Van ve yöresi Romalılar ile Sasaniler arasında çatışma sebebi olmuştur. M.S. 395 yılına kadar Sasani sonra da Bizans egemenliğinde kalmıştır.


Hz. Osman zamanında Bizans'ı bozguna uğratan Müslüman orduları 644 yılında Van ve yöresini ele geçirmiş bu hakimiyet Emevi ve Abbasi devletleri tarafından da sürdürülmüştür. Eskiden beri Van bölgesinde yaşayan Ermeni azınlığı kısa bir süre Van çevresinde bir krallık kurmuş ve İslam İmparatorluğu'na tabi olmuşlardır. Hıristiyan sanatının mühim bir eseri olan Akdamar Kilisesi aynı adı taşıyan Ada üzerinde Kral Gagik tarafından 915-921 yılları arasında yaptırılmıştır.


Çağrı Bey döneminde Anadolu'ya keşif amaçlı yapılan seferler 1071 Malazgirt zaferiyle neticelenmiş Van ve çevresi Büyük Selçuklular'ın egemenliğine girmiştir. Büyük Selçuklular'dan sonra bir süre Eyyübi egemenliğinde kalan şehir 1230 yılında Karakoyunlular'ın hakimiyetine girmiştir. Bu tarihlerde eski Van şehrinde bulunan Ulu cami Karakoyunlu Yusuf tarafından yaptırılmıştır. Karakoyunlular'ın Uzun Hasan'a mağlup olmalarıyla Van ve havalisi Akkoyunluların eline geçmiştir.


Kanuni Sultan Süleyman döneminde Safevi Devleti'ni yenen Osmanlı orduları 1458'de Van'ı fethetti ve bu fetih 1555 yılında yapılan Amasya Antlaşması ile kesinlik kazanmıştır. Van Beyler Beyliği'ne atanan Hüsrev Paşa ve Kayaçelebizade Koçi Bey kendi adlarını taşıyan birer cami yaptırmışlardır. Aynı dönemlerde "Kitap-ı Lugat-ı Vankulu" adlı eser Vankulu Mehmet Efendi tarafından hazırlanmıştır.


XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Van'da ekonomik bakımdan güçlü olan Ermeniler ihtilal cemiyetleri kurarak Ruslar'ın da desteğiyle silahlanmaya başlamış 1915'te bir çok kaza ve köyde katliama girmişlerdir. Aynı yıl Van'ı istila eden Ruslar Ermenileri destekleyerek şehri ateşe vermiş ve Osmanlı ahalisi şehri boşaltmak zorunda kalmıştır. 1981 yılında Van yıkılıp yıkılarak büyük oranda nüfus kaybına uğradığından bugünkü yerinde yeniden kurulmuştur.


Başlayan Türk harekatı karşısında işgal ettikleri topraklardan çekilen Ruslar ve Ermeniler doğudaki aşiretlerin de desteğiyle tamamen Anadolu'dan çıkarılmış ve Türk ordusu 2 Nisan 1918' de Van'a girerek şehri kurtarmıştır. 16 Mart 1921' de imzalanan Moskova antlaşması ile Ruslar Van ve Bitlis'e ait isteklerinden vazgeçmişlerdir. 29 Ekim 1923'te Vilayet merkezi olan Van'da Devlet ve Belediye tarafından alt yapı çalışmaları başlatılmış savaştan yakılıp yıkılan şehir yeniden inşa edilmiştir.


Van isminin Kaynağı
Bu konudaki bigiler tam olarak açıklığa kavuşturulmamış ve bu bilgiler rivayetlerden öteye gidememiştir. Evliya Çelebi "Seyahatnamesi"nde Büyük İskender' in Van Kalesi'ndeki Vank adlı bir mabedden esinlenerek buraya Van adını verdiğini söylemektedir. Bir rivayete göre de şehri genişletilip güzelleştiren VAN isimli şahsın adından dolayı şehre bu ismi verilmiştir.


Bu konuda akla en yatkın görüş ise Urartuca Biane veya Viane'den çıkmış olduğudur. Çünkü Urartulular kendilerine Bianili demişler ve Urartuların hakim devrinde Biane adı altında birçok şehir ve insan topluluğu Van şehrinde toplanmıştır

Asya Hun Devleti


Asya Hun Devleti (Büyük Hun Devleti) (MÖ. 220-MS.300

Kurulduğu tarih kesin olarak bilinmemektedir. Tarihte bilinen İlk Türk Devletidir'dir.
Bilinen ilk hükümdarı Tuman(Teoman)'dır. Teoman'dan sonra yerine oğlu Mete Han geçmiştir.
Asya Hun devleti Mete Han zamanında en geniş sınırlarına ulaşmıştır.
Çinliler Türk akınlarına karşı koymak için ÇİN SEDDİ'ni yaptılar.

NOT: Tarihte ilk defa bütün Türkleri tek bayrak altında toplayan Türk Devleti Asya Hun devletidir.
Büyük Hun Devleti VERASET SİSTEMİ ve ÇİN SİYASETİ nedeniyle Doğu ve Batı Hun Devleti diye ikiye ayrıldı.
Batı Hunları ARAL GÖLÜ civarına göç etmek zorunda kaldılar. Doğu Hunları ise Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrıldı. Ve daha sonra Çinliler tarafından ortadan kaldırıldı.

Çin Seddi
TÜRKLERDE VERASET SİSTEMİ NASILDI
Türklerde devlet hükümdar Ailesinin ortak malı sayılırdı. Ve ülke hükümdarın sağlığında oğulları arasında paylaştırılırdı. Her prensin (TEKİN) hükümdar olma hakkı vardı.
NOT: Bu anlayış Türk devletlerinde sık sık taht kavgalarının çıkmasına ve Türk devletlerinin parçalanmasına sebep olmuştur.

Hunlar'Da Devlet Teşkilatı
Hun Devleti otlağı bol besiciliğe elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Tarıma uygun toprakları nerdeyse hiç yoktu. Bu yüzden ekonomisinin temeli, başta at yetiştiriciliği olmak üzere hayvan yetiştirmek üzere idi. Bunun sonucu olarak sosyal durum, Çin'dekinden çok farklıydı. Çin'de geniş Toprak sahipleri ile köle sınıfı vardı. Hun bölgesinde ise ne malikanelere ne de toprak kölelerine rastlanıyordu. Akrabalık bağları ile birbirine sıkı sıkı bağlı olan aileler, kabileleri meydana getiriyor, kendilerini savunmak için daima silahlı yaşayan kabilelerin sıkı işbirliği yapmalarından da devlet doğuyordu.
Bu yapısı ile ve ordunun Mete tarafından tanziminden sonra, devlet merkezden idare edilen bir "askeri teşkilat" haline gelmişti. Askeri karakterde olması ve gerekli şartların (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah)bulunması sebebiyle de fütühata açıktı. "Köylü" Çin devletinden bu yönü ile ayrılıyordu.

Çin'de esas rejim "Feodalite" idi. Hun Devletinde ise Merkeziyetçilik hakimdi. Bu devlette Çinliler ancak küçük memurluklara ve bazı müşavirliklere gelebiliyordu. Birinci derecede sorumlu makam sahipleri ile yüksek görevliler tamamen Hun aslından gelmeydi. Bunlar emirlerindeki silahlı kuvvetlerle, aynı zamanda birer komutandılar.
Devlet teşkilatının (Sağ-Sol eligleri=kanat kralları) Çinlilikle hiç bir ilgisi yoktu. Mete tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak devlete milli topluluk havasını getiren ordudaki 10'lu tertip Türk idi. Devletin "Milli" karakterinin korunmasına dikkat ediliyordu. İmparator kumandasındaki Çin ordusunu kuşatan Mete'un Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına , devlet meclisi engel olmuştu.
Hun devleti bozkır Gök-Tanrı inanışındaydı. Bu bakımdan Türk inancı ne Moğol totemciliğine ne de Çin toprak tanrıcılığına benziyordu.

Bütün bunlardan dolayı Mete'un zamanında kesin şeklini aldığı görülen büyük Hun Devleti, sosyal yapı, hakimiyet anlayışı, idare, ordu, din, dünya görüşü ve benzeri gibi çeşitli yönlerden, Türk milletinin tarih ve kültüründe bir kilit taşı ve ana kaynak durumundadır. Onun için Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.

Hun İmparatorluğunun Parçalanması
Mete'dan sonra hükümdar olan KİOK (M.Ö.174-160) devletin büyüklüğünü muhafaza etmeye çalıştı. Yurtlarından oynattığı Yüeçi'ler Afganistan'a giderek burada İskender tarafından kurulmuş olan GREK hakimiyetine son vermişlerdi. (M.Ö.166) Aynı yıl Kiok da kalabalık ordusu ile Çin başkentine giderek imparatorun sarayını yakıp ülkenin Çinli prensesini de alarak evlenmişti.

Çin Prenseslerinin Hun Ülkesindeki Etkileri
Çin sarayı ile kurulan ve devam ettirilen akrabalık siyasi bir nitelik taşıyordu. Fakat bu çığırın açılması ilerde Çin ile temas edecek olan hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü sonuçlar verecek bir davranış oldu. Hanedanlar arasındaki bu yakınlaşma Çin entrikalarının yoğunlaşması için bir fırsat yaratıyordu. Çin diplomatları ve görevlileri Hun merkezindeki Çinli prensesin himayesinden faydalanıyorlardı. Bu sayede Hun topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türklerin ve onlara bağlı kavimlerin arasında propaganda yapıyorlardı.

Çin Casusları
Çin imparatoru VU-Tİ Çin'in en büyük gelir kaynağı olan ipeğe batı ülkelerinde yeni pazarlar bulma gayretindeydi. Bunun içinde İç Asya İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan ünlü "İpek yolu" nu güvenlik altında bulundurmak istiyordu. Bu bakımdan Orta ve Batı Asya da yabancıların gücünü kırması gerekiyordu. Türk-Çin mücadelesinin yüzlerce yıl sürmesinin temel sebeplerinden biride bu kervan yoluna hakim olmaktı.

Vu-Ti ipek yolu üzerindeki memleketleri ve kavimleri öğrenerek Hun'lara karşı işbirliği sağlamayı dış politikasının ana hedefi haline getirmişti. Bu maksatla yüksek rütbeli bir Asker olan Çang-Kien'i batıya göndermişti. Bu casus gizli vazifesini yaparken Hun'lar tarafından yakalanıp uzun zaman gözaltında tutuldu.
Çinli casus batıda geçirdiği on yıl içinde edindiği bilgileri, temaslarını ve tavsiyelerini bir rapor haline getirerek imparatora sundu. Bu önemli rapor sonraki yıllarda takip edilecek Çin siyaseti için başlı başına bir rehber vazifesi gördü.

Çin Ordusunda Hun Usulüne Benzer Yenilenmeler
Hanedanlar arasındaki akrabalık bağlarına ve gizli haber alma faaliyetine ek olarak Çin imparatorları askeri ıslahata da önem verdiler. Çin orduları Türk usulüne göre yetiştirilmeye çalışıldı. Tuman zamanında başlayan bu hareketlilik ara verilmeksizin uzun zaman sürdürüldü. Nihayet Çinliler Hun tarzında 140.000 kişilik süvari kuvveti çıkaracak konuma geldiler.

Hunların Zayıflaması Ve İç Huzursuzluklar
Hun imparatoru Kiok zamanında pek sorun olmayan bu durum Kiok'tan sonra imparator olan KÜNÇİN zamanında (M.Ö.160-126)gerçek bir huzursuzluk kaynağı olarak ortaya çıktı.
Künçin Çin'deki Han sülalesine damat olmuştu. Üstelik babası ve dedesi ölçüsünde dirayetli bir Askerde değildi. Bu sebepler bir araya gelince Hun iktidarında sarsıntılar olmaya başladı. Bunu fırsat bilen Çin kuvvetleri Hun bölgelerine önce küçük, küçük daha sonra ise durdurulamadıklarından dolayı taarruza geçtiler. Bunun neticesinde zengin güneybatı toprakları (Tanrı dağları-Çungarya-Turfan-Yarkent-Kuça vb.)Çin istilasına uğradı.
Hun prenslerinin birbirleriyle olan anlaşmazlıkları ayrıca askeri güçsüzlük ve iktisadi darlık karşısında maddi yardım sağlamak için Çin ile bir anlaşma yapılıp Çin himayesine girmek gibi bir eğilim benimsenmeye başlamıştı. Ancak bu görüşe karşı çıkıp mücadeleden yana olanlarda vardı. Bunların başında Prens ÇİÇİ yer alıyordu. Çiçi kardeşinin hükümranlığını tanımadığını ilan etti. Bu durum karşısında Hun meclisi çok yoğun tartışmalar yaşadı. Nihayet Bu görüş ayrılığı maalesef Hun'ların bölünmesiyle neticelendi. Devlet birliğinin parçalanması ile Çin üzerindeki Hun baskısı da tamamen ortadan kalktı. Bu bakımdan M.Ö.58 yılı Doğu Asya tarihinde bir dönüm noktası oldu.
Daha sonraları Çiçi bütün rakiplerini yenerek Tanhuluk merkezini ele geçirdi. Bu suretle Hun imparatoru durumuna geldi. Kardeşi HOHANYEH kendisine bağlı kütlelerle Çin'in kuzeybatı sınırına çekildi ve burada yaşadılar. Bu kütleler "Güney Hunlar" diye anılırlar.

Hun Çiçi Devleti
Çiçi devletini batıya doğru yaymayı uygun gördü. M.Ö.51 de harekete geçerek çok kısa sayılabilecek bir zaman içinde Aral gölüne kadar olan bütün batı bölgesini ele geçirdi. Devleti tekrar eski gücüne kavuşturmaya çalıştı. Çiçi devletin Kuzey Moğolistan'daki ağırlık merkezini de Çu-Talas nehirleri arasına kaydırdı ve orada yeni bir başkent kurdu.

Böylece Türkistan sahasına Türk halkının iyice yerleşmesini sağladı. Çiçi ayrıca Fergana ve Baktria bölgesini de Batı Hun İmparatorluğu topraklarına kattı.

Çin Saldırısı Ve Yenilgi
Hunlar'ın yeniden toparlanmasından endişe eden Çin Vusun'lar ve Kank-Kü Devleti ile bir anlaşma yaparak saldırıya geçti ve daha henüz tam yapılanmamış Hun birliklerini yenip Talas ırmağı üzerinde yeni yapılmış Hun başkentini yakıp yıktılar. (M.Ö.36) Çiçi bu savaşta hayatını kaybetti.

Hunları'In Yeniden Yapılanması Ve Yıkılış
Güney Hunlar'ı M.Ö.31 de ölen Hohanyeh'in evlatları tarafından Çin tabiiyetinde kalarak bir müddet idare edildiler. Fakat tarihin cilvesidir ki hiç bir zaman esaret altında kalmaya alışık olamayan ve olmamış yüce Türk milleti bir kez daha içinden muhteşem bir hükümdar çıkararak M.S.18-46 yıllarında YU TANHU tarafından istiklallerine kavuşturuldu. Doğuda Kuzey Hun topraklarını da alarak Mançurya'ya, batıda Kaşgar'a kadar olan sahada hakimiyetlerini genişletip Çin ile olan bütün münasebetleri kestiler.

Fakat Yu Tanhu'nun ölümünden sonra iç anlaşmazlıklar başladı. Bütün bunlara birde uzun zaman süren kıtlık ve hayvan ölümleri eklenince ülkede açlık baş gösterdi. Nihayet iç karışıklıklar sonucu bir daha hiç birleşmemek üzere ikiye ayrıldılar. Dış Moğolistan'da Kuzey Hunlar, İç Moğolistan'da Güney Hunlar. Bu devletlerinde ömrü uzun olmadı ve 147-156 yıllarında Sienpi'ler tarafından Kuzey Hunlar, 216 yıllarında ise resmen olmasa bile Çin'li idarecilerin yönetime gelmesiyle Güney Hun'lar da tarihe karıştı.

TÜRKLERE KARŞI ÇİN SİYASETİ (POLİTİKASI) NASILDI
Çin bozkır göçebe hayatı yaşayan ve savaşçılıkları gelişmiş olan Türk Ordusu karşısında çaresiz kalıyordu. Hatta Türk Akınlarını durdurmak için ÇİN SEDDİ'ni yaptırmıştı. Buna rağmen Türkleri durduramamıştı. Bu durum karşısında çaresiz kalan Çin şu siyaseti takip etti:

1- Çin prenslerini Hun Hakanlarıyla evlendirerek, prensesin yanında Hun sarayına çok sayıda hizmetkar gönderdiler. Bu hizmetkarlar casusluk faaliyetinde bulunarak, Türkler hakkında bilgi topladılar.

2- Türk Beylerine hediyeler göndererek, onları kendilerine bağlamaya ve ekonomik olarak Çin'e bağımlı yaşamaya alıştırdılar.

3- Hediyeleri ve ekonomik yardımları birden keserek, Türkleri itaat Altına almaya çalıştılar.

4- Türk Beylerini birbirlerine karşı kışkırtarak, Türk devletinin parçalanmasını sağladılar